• BEN KİMİM? / NEDEN YAZIYORUM?
  • SİZDEN GELENLER
  • Copyleft

Öznur Doğan

~ La beaute est dans la rue!

Öznur Doğan

Monthly Archives: Kasım 2012

Sleepy Hollow / Hayalet Süvari

17 Cumartesi Kas 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

amerikan, Amerikan Kültürü ve Edebiyatı, diedrich knickerbocker, don quiot, ichabod crane, istanbul üniversitesi, johnny depp, katrina van tessel, kısa öykü, new york, sleepy hollow, tim burton, tim burton the legend of sleepy hollow, washington irwin


Amerikan Kültürü ve Edebiyatı okuyorsanız Washington Irwin’i duymamanız neredeyse imkansızdır. İstanbul Üniversitesi’nin bu bölümünde Irwin ile tanışıklığımız Kısa Öykü dersine dayanıyor. Daha sonradan filminin olduğunu öğrendiğim ve izlediğimde Tim Burton’ın dokunuşlarını fazlasıyla hissettiğim hikayede yalnızca gizli saklı bir süvari yok. Aynı zamanda Amerikan tarihine dair de bilgiler var. Ichabod Crane New York’un henüz gelişmemiş, tamamen doğanın kucağında olan Sleepy Hollow köyüne gelir. Bu köyde herkes bir gariptir çünkü köyün hayaletler tarafından ele geçirildiği düşünülmektedir. Köydeki herkesin birbirinden garip özellikleri vardır. Müdür olmak için Sleepy Hollow’a gelen Crane’in de başına gelecekler vardır tabii ki de.

Köyün en zengin adamının kızı olan Katrina Van Tessel’ın gönlünü kazanmaya çalışan Crane, gerçekleştirilen özel gecede Kesikbaşlı Hayalet Süvari’nin peşine düşer. Tüm olaylar bu noktadan sonra gelişir ve son bulur. Okumaya devam et →

Herkese Teşekkürler!! :)

15 Perşembe Kas 2012

Posted by Öznur Doğan in Güncel, gündem, medya

≈ 6 Yorum

Etiketler

2012, 2012 bumerang yarışması, bumerang ödülleri, en çalışkan blog, hürriyet bumerang, ilk 10 site


Birkaç gündür itina ile başınızın etini yediğim yarışmanın ilk 10 talihlisi belli oldu. 6 farklı dalda seçilen 10 kişi arasında bir de sizin arkadaşınız Öznur var. =) Citizin Öznur!

Attığım spamlere, verdiğim “oy vermezseniz yakarım” gerginliklerine, çal çeneme katlandığınız için teşekkür ediyorum. Ayın 23’ünde jüri kararı ile 10 kişi arasından 3 kişi seçilecek. Yarışmaya katıldığımda ilk amacım 10 kişi arasına girmekti ama şimdi bahsi yükseltiyorum. 🙂 Umarım ilk 3 arasında yerimi alırım.

Yardım eden, oy kullanan, bana katlanan herkese binlerce teşekkür ediyorum. Eğer yardımlarınız olmasaydı sanıyorum çok az kişiye ulaşabilirdim tek başıma. Hepinizi seviyorum. 🙂

 

 

Pardon / İstemeden Oldu

14 Çarşamba Kas 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

ali çatalbaş, çok tuhaf soruşturma, bülent kayabaş, emre altın, Ferhan Şensoy, hapis, kenan şahin, mehmet yatkı, muzaffer, pardon, sibel bulgan, tuncel kurtiz, ılgıt mertel


Aslında gerçek bir hikayedir filmde anlatılan. Her ne kadar usta oyuncuların yorumuyla bize komik gelse de trajikomiktir bir çok anektot. Her şeyin bir buluşma ile başladığı ve sonunun hapishaneye dayandığı filmde son ile baş iç içe geçmiştir. Kahkahalara boğarlarken iğnelemektedirler bir çok kurum ve kuruluşları. İsmini ise sonuna kadar eleştiriye açık bir kurum yöneticisinin dilinden çıkan tek kelimeden alır. Bir dönem ülkemizin içinde bulunduğu örtbast etme yönteminin özetini net bir şekilde gözler önüne serer bu film.

Esprilerinin inceliğine şapka çıkartılacak bir çalışma. Hiç bir kişi veya kurumu zan altında bırakmadan tüm eksiklik ve ihtiyaçlara çok güzel dokundurmalar yapılmış. Gülerken düşündürmek dedikleri deyimini düşünebilenler için tam anlamıyla mümkün kılmış bir yapıt. Bu kalitede ve doğrultuda başka bir örnek olmadığı için de kıyaslanamaz bir durumda. Yermek ya da karalamaktan ziyade işlerin yanlış yürütülüşünü gözler önüne sermiş ve bunu yaparken didaktik bir tavırdan ziyade eğlendirici bir yol izlenmiş. Ayrıca konuyu gerçekten halktan seçilmiş karakterler tarafından ele aldıkları için oldukça samimi ve yapmacıklıktan uzak bir usluba sahip olduğunu düşünüyorum. Oyuncuların performansına değinmek gerekirse de söz konusu kaliteli tiyatrocular olduğu için kimsenin haddine düşmez. (Ilgıt Mertel)

Belki de Sinan Çetin’in yaptığı en iyi film. Asker kaçağı İbrahim’in, onca yıl sonra eniştesi yüzünden mevzusunun su yüzüne çıkması, dağıtım izninde niyeyse İstanbul’a arkadaşı Muzaffer’in yanına gelmesi falan derken asılsız suçlamalara muhattap olması, bi’ anda kendilerini polis sorgusunda bulmaları, bi’ arkadaşlarını da bu belaya alet etmeleri falan derken 3 kişin yıllarca süren hapis hayatı. İnsan ilk baktığında “Ulan bu kadar da olmaz” diyebilir. “Pardon” ama oluyor canım kardeşim. İzlemeyen çok şey kaçırır. (Kenan Şahin)

Ferhan Şensoy, Rasim Öztekin ve Ali Çatalbaş’ın başrollerinde oynadığı 2004 yapımı Pardon sıradan bir komediden daha çok Türk hukuk sistemindeki yozlaşmayı, ülke yapısındaki bozuklukları ortaya seren ve 3 kişinin bir araya geldiğinde arkadaşlığın bir anda organize suça dönüştürülebildiğini gösteren bir şaheser aslında Pardon. (Oğuz Arı)

“Karakterine en çok işleyen filmleri bir say” deseler önce durup bir düşünürüm. Öyle hemen cevap verilebilecek mevzu değil çünkü, ayrıca düşünmeden cevap vermek de saçmadır. Tarzım değil. Sizi bu satırlarla oyalarken ben de durup düşündüm. Sizsiniz çakal, evet o da sizsiniz. “Lan” mı geçti o cümlenin içinde lan? Asıl siz bana niye lan diyorsunuz? Siz de demeyin o zaman. En sinirlendiğim laftır. Hayatta hiçkimse bana lan diyemez. Ben bu yüzden enişteyi bıçakladım.

Aaa. Sorunun cevaplarından birini buldum. “Pardon” filminden etkilenmiştim. Tamam baya etkilenmiştim, ne olmuş. Sanki sağda solda anlattıklarını hep sen mi yaptın. Evet senli benli oldum iyice çirkinleştim, nolmuş.. [burda uzun bir sessizlik hayal et. Pardondaki nezaret sahnesini hatırla.] ohhh.. Tamam sakinim.

pardon-ferhan-sensor-rasim-oztekin-film-izle

Evet her film sadece güzel iz bırakmıyor malesef. Tamam enişteyi bıçaklamadım ama bıçaklayan arkadaşım var ben sana onu da getiricem. Aha biri de “G.O.R.A”ymış ama onu şimdi boşver, zor olsa da unut. Pardonu anlatacağım.

Pardon’u defalarca izledim. Ben izledim, yetmedi arkadaşlara izlettim, izletirken onlarla izledim bi baktım defalarca olmuş. Evet ben de o manyaklardanım, izletiyorum, huy huy…

Pardon’u defalarca izlemek boş bir iş değildir. Arkasında derin bir felsefe, büyük bir motivasyon yatar. Görelim nedir bunlar:

1. Ultra mega süpersonik oyuncu kadrosu. Ferhan abimiz ve saz arkadaşları işin içindeyse zaten ortaya kötü birşey çıkma ihtimali çok düşük. Zira oyuncu kadrosu çok eskiden de arkadaş ve birlikte çok çalışmışlıkları var.

2. Anlatılan hikaye, bir yaşanmışlıktan esinlenildiği için insan ister istemez daha çok etkileniyor.

3. Yönetmenlik çok iyi. Hikaye yansıtılmış ekrana dolu dolu. Bağlıyor.

4. Şu anda bütün bu yazıyı boşverip, burda filmi anlatmak yerine alıp sana izletme isteği doğuruyor. Bunu her film başaramaz.

Pardon bir komedi filmi değildir. Gerçek olaylar mizahi bir üslupla değil, gerçekten olduğu gibi yansıtılmış. Sadece yaşadığımız gerçekler gerçekten komik. Bu yüzden film mizah filmi gibi duruyor. Ama değil. Çünkü güldürdüğü kadar boğaz da düğümlüyor.

Ben ne düşünürsem düşüneyim, insanların kafalarında yarattığı küçük dünyalarda yaşadığını ve onların eline düşersem neler olabileceğini bana çok erken yaşta, çok iyi bir şekilde öğrettiği için bu filmin yeri ayrıdır.

Lafı çok da uzatıp, vaktini almayayım. Hadi git izle. (Mehmet Yatkı)

Türklerin de zekice yapılmış komedi filmi çekebileceğini gösteren ender filmlerden biri Pardon. Rasim Öztekin ve Ferhan Şensoy’un efsane uyumunu izleyip ince esprilerle eğlenirken, bir yandan da Türk adaletini sorgulatan çarpıcı durumlarla karşı karşıya kalırsınız bu filmde. Komedi deyip geçmemek lazım, izledikten sonra aklınızı uzun süre meşgul eder. Memleketi anlatan, adaleti anlatan, bizim insanımızı anlatan nadide filmdir. Pardon kelimesi başta hiçbir şey ifade etmezken, filmin sonunda tüyleri diken diken eder. tekrar tekrar izlenir, izlenmelidir. (Sibel Bulgan)

Ferhan Şensoy yıllar önce Pardon’u Çok Tufah Soruşturma olarak sahnelemişti. Bu sahnede Tuncel Kurtiz, Ali Çatalbaş ve Ferhan Şensoy usta oyunculuklarını sergiliyorlar. Yıllar sonra aynı kadro sadece birkaç eksikle Sinan Çetin’in platosunda çekiliyor. Sonuç ise Ferhan Şensoy’un Türk adaletine güzelce verip veriştirdiği, filmin genelinde dişe dokunur derecede hissedilen eleştirileri ile kahkahanın bir araya gelişi. Sanıyorum Pardon üzerine daha uzun bir şeyler yazmama gerek yok, arkadaşlarım benim yerime oldukça güzel şeyler yazdılar.  Kendilerine çok teşekkür ediyorum. Çok yazarlı ilk blog yazımı da bu sayede ortaya çıkarmış oluyorum. 🙂 Teşekkürler!!

Metroland / Küçük Christian

12 Pazartesi Kas 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

alkol, chris, christian bale, equilibrium, metroland, paris, toni


Metroland küçük adamların büyük işler peşinde koşmaya çalışması ve bundan çabucak sıkılması ve küçük işler peşinde koşması ve garip bir hayata dalmasının hikayesi. Chris (Christian Bale) hayatından memnun evli barklı bir adamdır. Toni, eski arkadaşı ortaya çıktıktan sonra hiçbir şey eskiyi gibi olmamaya başlar. Paris’te yaşadığı dönemleri hatırlamaya başlayan Chris hayatının tam ortasında bir boşluk hisseder. Tüm yaşamı boyunca hızlı ve güzel günler geçirmiş olan bu adam nasıl olur da kendisini bir kadına bağlayarak çoluğa çocuğa karışacaktır? Hem Toni de gelmiştir artık. Trenlere yeniden binilebilir, eski anılar canlanabilir, gençlik henüz sonlanmamış gibi sabahlara kadar içilebilir ve evden uzaklaşılabilir.

Yine de… Biliyorum ki gençliği dolu dolu yaşamak dünyanın en güzel şeyi. Bilmediğin bir şehirde uyanmak, yanında sevdiğin arkadaşlarının olması, kız ya da erkek arkadaşın ile özgürce sevişebilmek, bir evde yaşamaya çalışmak, başaramamak… Bunların hepsi yaşandığı sürece güzeldir. Eğer yaşayamıyorsun bunları, örneğin ailen baskı altında tutuyorsa seni, sevdiğin insan izin vermiyorsa güzel yaşamana, arkadaşların arkadaş değil kösteklerse öyle bir yaşantıyı kimse istemez. Şimdiye kadar yaşadığı baskılar nedeni ile çok sağlam dağıtmış insanlar gördüğüm için bunları açık yüreklilikle söyleyebiliyorum. Mesele o ki, Metroland zaman dilimlerini birbirinden ayıran bir film.

metroland-film-izle

Chris’in bebeği hayatın en masum dönemi olan çocuğu sembolize ediyor. Henüz ailenden ayrı hiçbir şey yapamıyorsun. Kimse sana doğmak isteyip istemediğini sormamış fakat sen bir güzel doğmuşsun. Ardından gençlik yıllarına flashbackler gerçekleşiyor. Bunlarda Chris dolu dizgin ve idealist bir hayat yaşıyor. Arkadaşları ile alkol ve rock n roll arasında gidip geliyorlar. Büyüyorlar ve hayatlarının olgunluk evrelerine erişiyorlar. Toni idealist bir adam olarak kalıyor. Yani yaşadığı hayatı devam ettiriyor fakat Chris filmlerden görmeye alışık olduğumuz evli barklı adam işte.

Yine de başlarda Toni’yi sevsek de bir süre sonra irrite olmaya başlıyoruz. En azından bu durum benim için oldukça yüksek oranda. Belki de hayatın her bölümünün farklı güzellikte olduğunu düşünmemdendir. Bilemedim. Metroland’i izlemezseniz olmaz! demiyorum. Haftasonu öylesine çıtır çerez diye gidecek bir film. Haberiniz olsun.

 Metrolan Trailer

Odysseia / Homeros’un Sesi

12 Pazartesi Kas 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 1 Yorum

Etiketler

athene, aşilus, can yayınlarıı, homeros, ilyada, ithaka, kiklop, Odysseia, odysseus, penelope, poseidon, sirenler, telemakhos, tepegöz, ulysses


Savaş biter… Herkes geri dönmeye hazırlanmıştır ve dönüyordur. Kayıplar çoktur. Gidenler dünyanın en şanlı savaşında yer almışlar, dönüş yollarını uzun zaman gözlemişlerdir. İçlerinde Odysseus – Ulysses’ın olduğu bir grup ise çok çok çok zaman sonra anavatanlarına kavuşabilmeleri üzerine Poseidon tarafından lanetlenmiştir. Tanrılar Odysseus’un ailesine kavuşacağına, Penelope’nin saçlarını bir kez daha okşayarak uyuyabileceğine vakıftır fakat deniz yolculuğuna çıkmış bu tanrısal adamın başından geçmesi gereken yüzlerce olay, karşılaşması gereken insanlar ve kadınlar vardır.

Yaşanılan her bir olay Odysseus ve arkadaşlarının bağlılıklarını ölçen, amaçlarına hangi boyutlarda sıkı tutunduklarını gösteren olaylardır. İlyada’nın devamı niteliğinde olan bu hikayede İthaka’ya dönüş yollarının ne kadar karanlık olduğunu görürüz. Topraklarından, karısından ve yeni doğmuş oğlundan 20 sene boyunca uzak kalmak zorunda kalır Odysseus. Kimseler bilmemektedir öldü mü kaldı mı? Bu zaman zarfında Penelope -zekada tanrıçalara denk- evlenmemek için taliplerinden herhangi bir ile küçük bir oyuna karışır seneler sürecek. Kocası için bir kefen dikmeye başlar. Her sabah diker, her akşam çözer. Uzun yıllar boyunca taliplerini böyle kandırabilir, ta ki hizmetçilerinden bir tanesi taliplerine Penelope’nin çevirdiği işi söyleyene kadar. Odysseus’un yokluğundan fırsat bilen talipler kralın evini yağmalamaktadır. Her gün koyunlar kesilir, hizmetçiler ile sevişilir, Penelope’ye göz süzülür. Telemakhos, Odysseus’un oğlu, her şeyin gözleri önünde olup bitmesini izlemektedir. Elinden bir şey gelmez çünkü talipler şehrin en azılı adamlarıdır. Bir akşam babasını bulmak, bulmasa bile ondan haber almak amacı ile yola çıkar tanrıça Athene’in yardımı ile. Aynı anda Odysseus geri dönüş yollarındadır.

Kikloplar, Tepegöz, Sirenler ve daha fazlası ile karşılaşır. Krallar tarafından konuk edilir Odysseus. Telemakhos da ulaşabildiği yerlere gitmektedir. Sonunda Telemakhos geri dönmeye karar verir, işaretler babasının geri geleceğini göstermektedir. İthaka’ya binbir badire sonrasında geri dönen Odysseus oğlu ile buluşur. Bir baba ile oğlunun karşılaşmasına tanık oluruz o anda. Ardından talipleri nasıl öldürecekleri üzerine plan yaparlar. Zekası ve kurnazlığı ile ünlü Odysseus yol gösterir oğluna. Dilenci kılığında kraliyet sofrasında yerini alır, Penelope tarafından düzenlenen yarışa talipler tabii tutulur. Odysseus dilenci görünümünün altındaki güçlü erkeği bu sayede ortaya çıkarır. İki iyi savaşçı, Telemakhos ve Odysseus tüm talipleri öldürürler. Mutlu sonla biten ve tarihin ilk romanlarından bir tanesi olan Odysseia yüzlerce sembol, anlam ve gönderme içerir.

İlk olarak deniz motifinin olduğunu görürüz. Ne zaman okuduğunuz bir kitapta deniz görüyorsunuz ya da nehir, işte orada bir maturity process olacaktır. Baş kahraman ya da yan kahramanımız mutlaka bir olgunlaşma evresi geçirecektir. Zaten aklı başında olan Odysseus ilk olarak Truva’ya ardından da oradan dönüşte İthaka’ya deniz üzerinde gider. Dönüşünün sonunda hayatının en büyük zorlu görevini yapmış bir adam görürüz. Küçük adam Telemakhos da aklını toplamak, babasına eş değer akıllı bir adam olabilmek için yola çıkar. Denizleri aşan adamlar olarak bilgelik yolunda adım atmış olurlar.

Odysseus’un karşılaştığı her zorluk, hayatının bir bölümüne önemli bir şekilde etki eden olaylardır. Tanrıçalar tarafından alıkoyulması, sirenlerin aldatıcı seslerine kanmaması ailevi bağlarının güçlü olması gerektiğini hatırlatıyor. Hiçbir kadın sevdiği Penelope’nin yerine geçemeyecektir. İkisi arasında verilmiş söz ve yaşananlar bunlara izin vermeyecektir.

Tepegöz ile yaptığı savaşta zekasının en yüksek sınırını görmüş oluruz. Kandırmak, işi kurnazlığa çevirmek, bir durumdan yarar sağlamak gibi öncelikli özellikler Odysseus’un daima en önemli özellikleri olmuştur. O çok iyi bir savaşçıdır, Aşil’in yanında savaşmış, kılıcının keskinliğini göstermiştir.

Odysseus okumaktan sıkılmanın imkansız olduğu bir yolculuk, bir hikaye. O anda siz de en az Odysseus kadar üzgün olabiliyorsunuz ailenizden uzak olmadığınız halde. Oğlu ile karşılaştığında gözünüzden yaşlar süzülebiliyor. Talipleri alt ettiğinde sevinebiliyorsunuz. Bunların yanında empati kurmuş olmanın sınırlarını da yaşıyorsunuz. Penelope’nin Odysseus’u hemen tanıyamaması, aralarında var olan gizli bir durumun söylenmesini beklemesi gibi. Türk filmi izlemiş ve kafamızın içi güzel klişelerle dolmuşken bekliyoruz ki geriye dönen Odysseus’u Penelope hemen tanısın. Ama olmuyor öyle. Ben sinirlendim örneğin nasıl tanımazsın yahu? diye. Fakat tanımıyor işte. Sonradan anlıyor.

Telemakhos da erkekliğini kanıtlamış oluyor. Bir bir öldürürken talipleri ve yardım ederken babasına. Çünkü o da en az babası kadar güzel konuşan, aklı başında ve hatta aklı diğer adamlara göre daha ötede olan.

Can Yayınları’ndan çıkan Odysseia’yı sevmemek elde değil fakat benim bu kitap ile ilgili yapmak istediğim özel bir yorum var. Kitabın önsözü olarak verilen her bilgi kitabın en önemli noktalarına getirilen açıklamaları içeriyor. Böyle bir şeyi önsöz olarak koymak nasıl bir mantık? Ayrıca Homeros’un sihirli dilinden çok uzak olan açıklamacı dili ile de kitaptan soğumanın kıyısına getiriyor. Evet, tarihin en önemli hikayelerinden bir tanesi Odysseia ve yüzlerce farklı açıklama getirebilir her satırına.  Yine de önsöz değil, sonsöz olsaydı o açıklamalar ve incelemeler her şey çok daha güzel olacaktı.

Bir de çevirinin artık bir tık daha güncellenmesi gerekiyor. Odysseus ve diğer tüm karakterlerin “tanrısal” olarak geçebildiği bir durum söz konusu. Tanrısal kelimesi yerine belki de ulu tercih edilmeli. Tanrıçanın ya da bir tanrının Odysseus’a tanrısal demesi komik duruyor. Gibi geliyor. Gibi gibi. Ooo yeah.

Just Break Bad / Sezon 1

09 Cuma Kas 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ 2 Yorum

Etiketler

admission of guilt, ahlak kuralları, albuquerque new mexico, breaking bad, hank, jesse, kanser, kemoterapi, law enforcement entities, pan tanrı, radyoterapi, season 1, skyler, stensil, vince gilligan, walter


Hadi bana şimdi anlatırken heyecandan öleceğim, izlememek için kendimi tutamayacağım, gün içinde sahneleri gözümün önünden geçen bir dizi söyleyin dememe gerek kalmadan arkadaşımdan geldi yorum: Breaking Bad’i izlesene sen! Neden Breaking Bad’i izleyeyim dedim, sen kimyayı sevdin, o zaman Breaking Bad’i de seversin dedi. Sonra dizi gurusu arkadaşıma sordum, böyle diyollaa napayım diye? Dedi ki, “Durduğun kabahat!” Ve ben de “Ol!” dedim, torrent ol ve in bilgisayarıma.

Büyük umutlara kapılmamayı iyi öğrenmiştim film ve kitap konusunda. Söz konusu zevkler ve renkler oldu mu işler karışıyor. Ben seviyorum o sevmiyor, o seviyor ben sevmiyorum. Breaking Bad’e herkes olur verdi, ben umudumu yükselttim ve daha birinci sezondan istediğimi almış bulunuyorum. Şimdiye kadar izlediğim diziler arasında birinci sıraya lönk diye oturan bir dizi oldu Breaking Bad! Hadi birlikte “kafayı” fena halde “sıyır”alım.

Sezon 1 başlıyor, adamın teki donsuz monsuz ortalıkta geziniyor.

 Walter H. White: My name is Walter Hartwell White. I live at 308 Negra Arroyo Lane, Albuquerque, New Mexico. 87104. To all law enforcement entities, this is not an admission of guilt. I am speaking to my family now. 
[covers camera momentarily] 
Walter H. White: Skyler, you are the love of my life, I hope you know that. Walter junior, you’re my big man. There are… there are going to be some things, things that you’ll come to learn about me in the next few days. I just want you to know that, no matter how it may look, I only had you in my heart. Goodbye. 

Başrol ile tanışmış olmanın zevki içindeyim, (Açıkçası şu an bunları yazarken bile garip bir heyecan söz konusu.) Sahneler hızlıca ilerliyor. Sezonun ve dizinin ilk bölümü, oldukça hızlı ve farklı geçiyor. Diğer karakterler ile tanıştırılmaya başlıyoruz. Walter Jr., Skyler, Hank, Marie ve Jesse. Birbirinden bağımsız insanların tek bir çember içinde olduklarını anlamaya başlıyorum. Birinci sezon da başlamış oluyor. Kanser olan bir adamın hayatına dahil oluyoruz.

Yaptığı her harekette bir kanser hastasının düşünebilecekleri ve hissedebilecekleri doğrultusunda olduğunu anlıyoruz. Tüm o arada kalış, ne yapmak istediğini bilememe, gerçek ile bu kadar sert bir şekilde karşılaşma, karını ve henüz anne karnında olan bebeğini nasıl bırakacağını düşünme. Belki de Breaking Bad şimdiye kadar çok iyi bildiğimiz bir senaryo ile başlıyor, yani işin başlangıcı buraya dayanıyor fakat öyle kalmayacağı oldukça aşikar.

Şu an burada spoiler üzeri spoiler vermemek için kendimi zor tutuyorum. Yine de ayrıntılar ile birlikte bu dizinin daha da güzelleştiğini düşündüğüm için birkaç şeyden bahsetmek istiyorum. İlk olarak Walter’ın hasta olduğunu öğrendikten sonra düşündükleri, heyecan yaşamak istemesi fakat aslında bu işe başladığında çok da gönüllü olmayışı.

Hastalığını karısına söyledikten sonra “Hayatım boyunca  hiçbir kararda söz sahibi olmamış gibi hissediyorum, tüm hayatımı sadece var olanları kabul etmek üzerine yaşamışım gibi hissediyorum.” demesi ve dudaklarının titremesi.

Aile toplantısında herkes Walter hakkında bir şeyler söylerken artık dayanamayıp ıslık çalarak “Skyler, you’ve read the statistics sheet, these doctors talking about surviving, one year, two years, like it’s the only thing that matters. But what good is it to survive if I’m too sick to work, to enjoy a meal, to make love. For what time I have left, I want to live in my own house, I want to sleep in my own bed. I don’t want to choke down 40 or 50 pills every single day, and lose my hair, lie around, too tired to get up, and so nauseated that I can’t even move my head. You cleaning up after me. Me… me some um… some dead man, some artifically alive, just marking time… No. And that’s how you would remember me. That’s the worst part. So… that is my thought process, Skyler… I’m sorry, it’s just I choose not to do it. “ demesi. Hayatını tam anlamıyla sonuca varmış hissetmemesi ve aslında bu sahnede tedavi hakkını seçip seçmeme konusundaki kararsızlıklara oldukça güzel bir cevap vermesi. Bu sahnede kendimi Mar Adentro izliyor gibi hissettim.

Karısının bencillik ile sevgi arasında gidip gelen yapısı. Hayatın koşuşturmasında ve elindeki şartlar ile yaşamaya çalışması sırasında yanında olacak adamı kaybetme korkusu ile sevdiği adamı kaybetme korkusu arasında kalması. Walter’ın eve geç geldiği günlerde hiçbir şey söylemeden tüm gerginliği gözleri ile anlatabilmesi.

Walter’ın kanser olduğunu öğrendikten sonra bir sürü kitap ve araştırma okuyan Skyler’ın yatağının başucunda bulunan kitaplar ve umudun peşinden koşması ile Walter’ın tek ve kalın, kapalı ve renksiz bir kitabı ile hayattan beklentilerinin en az seviyeye geldiğini görebilmemiz.

Walter’ın bahçesinde bulunan Pan Tanrı stensilleri. Biliyoruz ki Pan oldukça dengesiz bir tanrı. Periler ile birlikte olup insanları korkutsa da halkını çok seven bir tanrı. Bana kalırsa duvardaki stensiller Walter’ın ileri bölümlerde dönüşeceği tanrıyı simgeliyor. Böyle bir tahminde bulunmak için çok erken belki de fakat oldukça mantıklı geliyor şu an bu düşünce. Ayrıca tanrıların inanıldığı sürece var olduğunu düşünürsek ve Walter’ı da Pan olarak ele alırsak kendisine inanılmaya vazgeçildiği anda Walter ölecektir fakat çevresindekiler ona inanmaya devam eder.

Ahlak kurallarının değişebilirliği konusunda yapılan konuşma. Karısı ile veli toplantısının arasında sevişmesi. “Yasak olduğu için bu kadar güzel.” demesi. Bu noktada biz de düşünüyoruz, eğer gerçekten yasak olmasaydı yasakken aldığımız tadı alır mıydık? Lisede kaçarken eğlendiğimiz zamanları düşünüyorum, bir de üniversitede devam zorunluluğu olmadığı için domuz gibi yatışımı. Arsen Lüpen’e yaşım nedeniyle giremeyişim fakat şimdi istediğim her yere girebilişim vs. Ot bok püsür denemediğim için bir yorum yapamayacağım fakat yarın bunların legal olmaması için hiçbir neden yok.

Walter’ın parayı aldıktan sonra önce sinirlenemsi ardından yüzüne yerleşen bir gülümseme. Kötü olabiliyor olmanın hazzı. Seneler boyunca toplum normlarına göre yaşamak zorunda olduğunu hisseden bir kimya hocasının break bad’i.

Tabii ki sahnelerin gerçekçiliğinden ayrıyeten bahsetmek gerek. Jesse’nin dövüldüğü sahnede ellerimi ve bacaklarımı kasmam, gülerken (çok sakız çiğnemekten de olabilri tabii ki:p) çenemin ağrıması, gerim gerim gerilmem. Tamamen ekranın boyutlarını unuttuyor Vince Gilligan.

Son olarak hayatta hiçbir şeyin rastgele olmadığını, her maddenin bir numarası olduğunu anlamaya yarayan kimya. Seni seviyoruz.

İkinci sezona başlamamak için kendimi zor tutuyorum. Aslında tutmasam iyi olacak.

Aykırı Sorular’da Ferhan Şensoy ve İlhan Şeşen

08 Perşembe Kas 2012

Posted by Öznur Doğan in Güncel, gündem, medya

≈ Yorum bırakın

Etiketler

aykırı sorular, aykırı sorular izle, charles de gaulle, cnntürk, derya baykal, dostlar tiyatrosu, enver aysever, erol günaydın, Ferhan Şensoy, ferhan şensoy izle, ilhan şeşen, ilhan şeşen izle, kenter tiyatrosu, lefter küçükandonyadis, lili marlen, ortaoyuncular, ses tiyatrosu, türk tiyatrosu, twitter


Her şey arkadaşımın Twitter’da birazdan Ferhan Şensoy ve İlhan Şeşen CNNTürk’te demesi ile başladı. Beni bittabii bir heyecan sardı. İşin içinde Ferhan Şensoy var, nasıl heyecan olmasın ki. Sabahtan akşama kadar dinlesem bıkmayacağım, beni itin götüne soksa götünün dibinden ayrılmayacağım bir adam Ferhan Şensoy. Benim için günümüz Türkiye tiyatrosunda ayakta kalabilmiş ve duruşunu koruyabilmiş en önemli tiyatroculardan bir tanesi. Şimdiye kadar okuduğum kitapları ve izlediğim tiyatro oyunları ile hayatımın farklı bir boyutunda bulunan bu adamın canlı röportajını izlemek tabii ki güzel olacaktı.

Kuruldum bilgisayar başına, açtım CNNTürk’ü baktım İlhan Şeşen orada. Ferhan Şensoy’dan konuşuyor. Ferhan’a olan sevgisinden bahsediyor. Benim gibi el pençe divan durmaya üç dakikası var İlhan’ın. O an kendimi önce İlhan’a yakın hissediyorum sonra Şeşen diyor ki “Ferhan’ı sevdiğim için de kendimi akıllı hissediyorum o dönemler.”. Bu sefer kendimi hem İlhan Şeşen’e hem de Ferhan Şensoy’a daha da yakın hissediyorum.

Sanıyorum Ferhan Şensoy’u sevdiğiniz anda hayatınızda yeni bir kapı açılıyor. Farklı bir kapıdan girmiş oluyorsunuz çünkü Ferhan’ı anladıktan sonra artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacakmış gibi. Zehir gibi bir zekası var Ferhan Şensoy’un, başkaldıran kalemleri, çivi gibi cümleleri ve elini neye atsa güzelleştirdiği bir bünyesi var. Gerçek sanatçı kriterlerine eğer birilerini sokmak istiyorsanız bunlar o beğenilen dizi oyuncuları değil olsa olsa Ses Tiyatrosu, Dostlar Tiyatrosu, Kenter Tiyatrosu’nda kavrulmuş gerçek sanatçılar olacaktır. Onları bulun. Onları arayın.

Ferhan Şensoy’un hayatı anlatsam kitap olurun doğrulanmış hali. Kalemimin Sapını Gülle Donattım biyografisinin ilk kitabıydı. Geçtiğimiz aylarda BAŞKALDIRAN KURŞUnKALEM çıktı. Ve bugünkü röportajda biyografinin üçüncü ve dördüncü bölümleri olacağını da muştuladı. Kimine göre uzun kimine göre kısa bir hayatın her anını neredeyse güzel anılarla doldurabilmiş bir adam. Kitaplar, tiyatro eserleri, oyunlar, kadınlar, ülkeler, okullar, insanlar, ustalar, sanatçılar geçip gitmiş Ferhan Şensoy’un hayatından.

Bu yüzden siz onun kendi ile ilgili anlattığı herhangi bir şeyi dinlerken sıkılmıyorsunuz. Örneğin Mali’li bir yazarın yazdığı şiir uyağı ve içeriği ile aynı şiiri yazdığını anlatması, örneğin Charles de Gaulle taklitleri, örneğin Lefter’e “gavur” diyen arkadaşına hayatının ilk yumruğunu atması… Ferhan Şensoy’dan bıkabilecek olan?

Şimdi tahminen ortaya tamamen taraftar birisi olduğum düşüncesi çıkacak fakat açık yüreklilikle söylüyorum, Ferhan Şensoy’un Erol Günaydın’ın ölümünde yaptığı konuşmayı izlerken nasıl ağladıysam, Ferhan Şensoy’un başına bir şey geldiğinde işte o zaman hüngür hüngür ağlarım. Bir toy, bir kendini bilir-bilmez bir yeniyetme olarak Ferhan Şensoy gibi bir değeri kaybetmek beni haddindan fazla üzer. İşe bi de tiyatrosuna gitmiş olmak ve hatta imza almış olmak girerse iş boyut değiştirir.

Ben hayatımda sadece bir kişiden imza almak için kuyrukta bekledim ve bu Ferhan Şensoy’du. Bizleri bekletmemek için sahne kıyafetleri ile imzaya gelmesi, naif ve sakin bir şekilde “İsminiz?” diye sorması, aynı sakinlikte gülümsemesi. Tarif edebileceğimin üzerinde yaşadığım mutluluklara neden olmuştur.

Bu röportajı izledikten sonra içim umut doldu, bir mutluluk sardı beni. Pır pır hale geldi garip bir şekilde bünyem. Ferhan Şensoy’u gördükten sonra mutlu olmayı becerememek bana kalırsa hayatının geri kalanında lanetlenmek gibi.

Ve Ferhan izleyicisinin birbirini hemen buluşu, sevgilerini birbirlerine açışı, destek oluşu. Belki de Ferhan Şensoy farkında olmadan en çok yapmak istediği şeyi yapıyordur. Kendi etrafında da olsa insanların bir olabileceğini, bir şeylere karşı anti olunabileceğini ve bu kolektif zihni yakalayabileceğini hissettiriyordur.

İlhan Şeşen’den çok bahsedemedim fakat benim için İlhan Şeşen Ferhan Şensoy’a duyduğu saygı ile onlarca tık daha üsttedir diğerlerinden.

Son olarak belirtmem gereken nokta Enver Aysever’i hayatımda ilk defa eşekler gibi kıskanıyor oluşumdu. Çok keyifli bir program oldu. Çok teşekkürler, çok çok çok teşekkürler.

Ve tabii ki Ferhan Şensoy ile İlhan Şeşen’in İçinden Tramvay Geçen Şarkı’da söyledikleri Lili Marlen şarkısı: 

You made our day!

Bloggerların Başkanı

06 Salı Kas 2012

Posted by Öznur Doğan in Güncel, gündem, medya

≈ 4 Yorum

Etiketler

algida, blogger, blu ray, bumerang, bumerang ödülleri, en çalışkan blog, guitar hero, hürriyet bumerang, hurriyet com tr, yemeksepeti


Arkadaşlar oylarınıza ihtiyacım var, En Çalışkan Blog kategorisinde adayım. Tek yapmanız gereken telefonunuza gelen kodu yazmak ve oy vermek. Bloggerların başkanı olmam gerek!

http://bumerang.hurriyet.com.tr/bumerang-odulleri/46198.htm

Beni başkan yaparsanız;

– Her eve bir Guitar Hero

– Her eve bir kitaplık

– Her eve bir Blu Ray film koleksiyonu

– Her eve Algida dondurma otomatı

– Her eve Yemeksepeti’nden %90 indirim

– Sınırsız kola ve kahve

– Her eve havuz

– Hamburgerler bedava.

Ve daha niceleri. Oyunuza kuvvet!

Secret Window / Bir İçim Stephen

05 Pazartesi Kas 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

ajdar, gizli pencere, iclal aydın, ismail yk, john shooter, johnny depp, mehmet coşkundeniz, morton rainey, robe de chamber, secret window, stephen king


Creepy creepy, it’s so freaky! Stephen King ile karşılaşsanız nasıl hissedersiniz? Korku ve gerilimin üstadı Stephen King’in herhangi bir kitabını okumuş olanlar ne demek istediğimi anlayacaklar. Secret Window, kitaplarını okumayanlar için Stephen King’e giriş niteliğinde. Adama girmiyoruz canım, adamın edebiyat dünyasına giriyoruz.

Yazar olmak zor iştir, yazarların hepsi biraz delidir. Zaten düzgün adamlar bütün hayatlarını odanın bir köşesinde yazmak için ilham bekleyebilmeyi göze alamazlar. Yani bana sorsanız örneğin, çalışmayacak ama sürekli yazacaksın ve düşüneceksin; yapabilir misin? Sanıyorum yapamam. Yapsam da bir şeye benzemez. Tahminen İclal Aydın’a dönüşür bir süre sonra olmayan sevgililere mektuplar yazar,  İsmail YK dinler, Ajdar ile coşarım. Çok sağlam sıyıyırım. Bunlar olunca bir kez daha kendimi yazar zanneder. Bu sefer de Mehmet Coşkundeniz kıvamında bir şeyler yazarım. Ortasını bulamam. Bırakın yahu ben çalışacağım da yazacağım da. Tek iş yapmak zorunda değilim ya!

Mort Rainey evde ilhamın gelmesini bekleyen bir yazar. Her yer kağıt, üzerinde bir sabahlık. Robe de chamber, ropdöşambır, bödöfşambır ile gezmeye çok hazır. Bol sigara içiyor, bol kağıt karıştırıyor. Bir de bakıyor ki belalı bir adam çıkageliyor. John Shooter! Adında da anlaşılacağı üzere adamın vurma potansiyeli çok yüksek. Bulduğu yerde güzelce haklayacak Mort’u. Daha doğrusu kedinin fare ile oynadığı gibi oynayıp sonra afiyetle yiyecek.

secret-window-johnny-depp-izle

Evinin içinde yaşadığı rahatsızlığı hisseden yazar efendi nasıl bu adamdan kurtulsam hikayelerini kafasında kurmaya çalışıyor. Shooter’ın iddia ettiği bir şey var, Mort’un yazdığı yazıyı çaldığını daha doğru fikrini çaldığını söylüyor. Seni bulacağım olm gibisinden de tehdit ediyor. Bir yazarın en büyük korkusunu gözler önüne seriyor Shooter. Başkasının fikri etkisinde kalıp her şeyi o hikayeye göre yazmak. Yani bir bakıyorsunuz ki sizin olduğuna inandığınız her şey, karakterler ve diğer her şey. Sonra bir bakıyorsunuz ki o eser sizin değilmiş. Aaaaaa! :S. Yaaaa! 🙂

Stephen King romanlarının “hadi canım!” dedirten sonlarından bir tanesi ile sonlanıyor film. İşin içine alter egolar, olaylar olaylar giriyor. Burayı açıklamamak için kendimi zor tutuyorum, sonra Öznur sonunu yazmasaydın, spoiler vermeseydin oluyor. Asmasaydık da beslese miydik arkadaşım?

Demem o ki, beklenilmeyen sonların filmi Secret Window. Alice in Wonderland’e açılan bir penceredir Secret Window, bir komodinin ardındadır.

Bir de rica edeceğim ben filmin sonunu biliyordum yeaaa yavşaklığı yapmayınız. Hayat tamamen tahmin edilemez olsaydı hiçbir şeyden tat alamazdın. Bunu tabii ki bir insan aklı sundu sana, az mantıklı ol. O yazabildiyse sen de düşünebilirsin demek bu. Kendine iyi bakıyorsun, öpüyorsun.

Mort: You know, the only thing that matters is the ending. It’s the most important part of the story, the ending. And this one… is very good. This one’s perfect. 

Mort: [his conscience] Why’d you put it on? 
Mort: I don’t know. 
Mort: Maybe he wanted you to. 
Mort: Why would he want me to put his hat on? 
Mort: Maybe he wants you to… 
Mort: Maybe he wants me to what? 
Mort: To get confused. 
Mort: Oh, I’m already confused, Pilgrim. Plenty confused. So don’t talk to me about confusion. 
Mort: Wait a minute. Back up just a sec. What about that? 
Mort: What about what? 
Mort: Well, “pilgrim.” “Shooter’s bay,” and the half a dozen other details you’ve chosen to ignore. 
Mort: You know what? You’re nuts. I don’t need to listen to this shit from you. 
Mort: Are all these things coincidences? 
Mort: I’m wearing his bruises, aren’t I? Aren’t I? 
Mort: Are you? 
Mort: Well… 
[Mort checks his arms and the bruises are gone] 
Mort: This doesn’t make any sense. 
Mort: Would you like to hear something that does make sense? Call the police. Call Dave Newsome, tell me to come here this second and lock you up before you can do any more damage. 
Mort: I’m gonna get a knife and cut you out of me. 
Mort: Before you kill anyone else. 
Mort: I didn’t kill anybody. 
Mort: You had a gun. 
Mort: Wasn’t loaded. 
Mort: Really? 
Mort: No. 
Mort: You almost killed them. You wanted to 

Secret Window – Trailer

Aşka 12 Mil Kala(bilir)

04 Pazar Kas 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

azıtma, aşka 12 mil kala, çıkmaz sokak sakinleri, boşaltılmış köy güncesi, Ece Ayhan, galaksi, gideğensiz, meçjul öğrenci anıtı, mitoloji, murat yazıcı, paraş tepesinden gazzeyi seyir, potkal kitap, yalnız insan takımadaları


Potkal Kitap ile yeni tanışmış birisinin ilk okuduğu kitap Murat Yazıcı’nın Aşka 12 Mil Kala!sı olursa ne hissetmesi gerektiği karışır durur içinde.

Aşka 12 Mil Kala’da Murat Yazıcı’nın hayatına davet ediliyorsunuz. Coğrafya bizim coğrafyamız, yüzler tanıdık, anlatılanlar tanıdık, anlatılış şekli tamamen Yazıcı’ya özel. İlk olarak Yalnız İnsan Takımadaları dikkatimi çekiyor. Ardından bu şiire kardeş olan Azıtma‘yı kucaklıyorum.

düşlere kapatılmış dağlarımız

kırılan dal kadar yalnızız

dönsek zamana ters izimiz

yürüsek tekiz

ne var olmaya ne de çekip gitmeye

bu duyarsız duruşlar kadar yakınız

Birbirimizden farklı noktalarda aynı yalnızlığı yaşıyoruz fakat aynı duyarsızlık ile yalnız kalmamak adına bir şey de yapmayan insanlarız özünde. Geri dönsek, hareket etsek yine bu yalnızlığa bulanacağız çünkü çevremizdekiler de yalnız. Peki şiirin adını neden Yalnız İnsan Takımadaları koymuştu şair? Yıldızlar gibi bir arada olmamıza rağmen hepimizin farklı bir hikayesi var. Mitolojide nasıl ki her adanın bir oluşum hikayesi vardır ve galaksi gala yani süt kelimesinden gelir, yıldızları ile birlikte, işte öyle hikayelerimiz var bizim de. Herkes bu kadar yalnızken yalnız olmaya devam etmemizin şiiri.

Sonra inişli çıkışlı şiir kitabı yolunda Boşaltılmış Köy Güncesi çıkıyor karşıma. Sorular ile çıkıyor karşıma şiir. Bu köy neden boşaltılmıştı? Bir rejim değişikliği mi olmuştu yoksa insanlar mı hayatı bırakıyordu? Hayat mı değişiyordu? Her şey o kadar tanıdık geliyor ki babaannemin bana anlattığı Bulgaristan’dan bir akşamda Türkiye’ye kaçışları. Tüm evlerini içinde eşyaları ile bırakmaları, ahırlarını hasat ile dolu. Sonra bomboş hissediyorum her şeyi. Bomboş bir köyde, ruh bir köyde yürüdüğümü hissediyorum. Yaşanmamışlıkların arasından geçiyorum. Şiirler en çok kentlere değil en çok köylere yakışıyor.

Bir savaşı seyrediyorum bu sefer, Paraş Tepesi’nden Gazze’yi Seyir ile. O anda farklı bir hisse kapılıyorum. Sanki Murat Yazıcı yalnızca bir şair değil. Ressam, yorumcu, eleştirmen. Bir anda hayatın acılığı diğer yönde hayatın devam edişi ve çocuk sevgisi. Bu yüzden bir çocuğa kurşun izlemez. Bir arkadaşı öldü diye çocuk orada oynamamazlık yapmaz; Gazze’de bile. Gazze’deki çocuklar mermi kovanları ile oynar belki de yine de oyunlar hep oyundur, çocuklar hep çocuk. Gökyüzü bomba dolu iken, gördüğü karartıyı balon sanmaya meyillidir çocuk, ölüm makinesi değil. Sonra Gideğensiz ile tekrar Anadolu’ya bakıyorum. Resimler çizmiş Yazıcı, kahvehanede oturan adamlar ve çalışan kadınlar ve eşekler. Bu arada “gideğen” ne demek bilmiyorum fakat hiç yadırgamadım. Hem de hiç.

Çıkmaz Sokak Sakinleri‘nde Meçhul Öğrenci Anıtı’nı görüyorum Ece Ayhan’ın. Bir başkaldırı vardır ortada, sebebi zenginler ve politikacılardır fakat yine de ezilen ve çürüyen hep halktır. Barajlar vaat edenler ile barajlardan çalanlar aynı kişilerdir, aynı düzenin aynı düzücüleridir.

Son olarak bu yeni tanıdığım şair ve şiirlerin en sevdiğim noktası parantezler içindeki yeni anlamlar. Ben o anlamlar için hep “/” kullanırım. Anlamlar hep daha fazladır, kelimeler yeni kelimelere kucak açacak kadar cömerttir. Murat Yazıcı başka şiir kitapları ile karşımıza çıkacak kadar cömert olmalıdır. =)

Hayaller İçinde Bir Düş

03 Cumartesi Kas 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

derya gibi, hayaller içinde bir düş, kitap inceleme, potkal kitap


Beyaz bir ışık karşısında gözlerini açmaya çalışan bir bebek. Zamanın içinde gidip gelen, uzun siyah saçları olacak olan bir bebek. Adı Derya. Duyguları ve düşleri derya deniz…

Hayaller İçinde Bir Düş beklemediğim anda beklemediğim etki ile karşıma çıkan bir kitap oldu. Potkal Kitap’tan çıkan kısa öyküde içinizin an an darlandığını hissediyorsunuz. Anlık şoklar ile okuyorsunuz bu yüzden. Bir anda kendinizi Derya gibi bomboş, yapayalnız hissediyorsunuz.

Kitabı okurken bir an irkiliyorum, küçük bir çocuk iken babamı kaybetseydim nasıl hissederdim diye. Tam o sırada otobüste bir arkamda oturan adam telefonla konuşuyor ve sesini duyuyorum: Ben sana demedim mi doğru eve gideceksin diye? Nereye gittin? Nereye gittin? Tamam, seninle bu konuyu ben eve geldiğimde görüşücez!!! Kapat telefonu.

Bir an duraksıyorum. Üst üste bu kadar gelemez bir şeyler. Bir yanda babam olsaydı nasıl olurdu diyorsunuz, bir yanda karşınıza garip bir baba çıkıyor otobüsün ortasında bağırabilen. Sonra ben bir an durup kendi babama şükrediyorum. Arkadaşımda kalmak için babama mesaj atmam yetiyor bazen. Biliyorum çok konuşuyor ve ben de çok konuşuyorum ama iyidir babamla aramız; kavga etmediğimiz zamanlarda. Yine de telefonda bağırmaz bana, hem de hiç.

Gelelim Derya’ya. Geçmişi ile geleceğini elleri arasında tutan fakat müdahele edemeyen bir karakter Derya. Düş içinde düş, gerçek içinde hayalleri yaşamak zorunda kalan, belki hiç doğmayan belki de aramızda dolaşan bir kız. Belki de biziz aslında. Geleceğe dair elimizde kesin bir şey yok, yani yaşadığımız an içerisinde. En başından kendimizi görüyor ve biliyoruz belki de, an an, sahne sahne. 17 yaşında hangi adamlar ile karşılaşacağını, deliliğin ne kadar yakınından geçeceğini.

Deliliğe yakın olanların, kocaman denizde buz kütleleri ile dövüşenlerin hikayesi Hayaller İçinde Bir Düş. Bana göre süt, onlara göre çikolata. Yine de Derya, empati kurulduğu sürece insanın kalbini eliyle tutup sıkabilecek kadar güçlü bir kadın.

Sucker Punch / Kadınların Sevmediği Film

02 Cuma Kas 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

alice in wonderland, björk, chessboard, doormouse, emilia torrini, high roller, jefferson airplane, korn, red queen, skrillex, sucker punch, sweet pae, vanessa, white knight, white rabbit


One pill makes you larger
And one pill makes you small
And the ones that mother gives you
Don’t do anything at all
Go ask Alice
When she’s ten feet tall
And if you go chasing rabbits
And you know you’re going to fall
Tell ’em a hookah smoking caterpillar
Has given you the call to
Call Alice
When she was just small

When the men on the chessboard
Get up and tell you where to go
And you’ve just had some kind of mushroom
And your mind is moving
low
Go ask Alice
I think she’ll know

When logic and proportion
Have fallen sloppy dead
And the White Knight is talking backwards
And the Red Queen’s “off with her head!”
Remember what the doormouse said;
“Feed YOUR HEAD…
Feed your head”

Sucker Punch denilince sizin de aklınızda White Rabbit çalıyorsa siz de bendensiniz. Tahmin ettiğim kadarıyla Sucker Punch yüksek derece güzel ablaları ve taş gibi vücutları barındırdığı için çoğu kadın tarafından sevilmez. Aslına bakılırsa izlenmeme oranı daha yüksektir. Biz kadınlar hemcinsimizi garip bir bağ ile severiz. Her zaman bir rekabet vardır fakat en yakın arkadaşlarımız ile aramızdaki perde bu rekabeti azaltır.

Üvey babası tarafından tacize uğrayan genç kız yine bu adam tarafından akıl hastanesine yatırılır fakat bu akıl hastanesi ve bir nevi yetimhane aslında hiç de öyle bir kurum değildir. Kızların gösteriler sergilediği ve bu sergiler sonunda zengin adamların gönlünü hoş ettiği modern bir genelevdir. Bizim sevgili küçük ve korkak kuğumuz ise bu hastanede bir pantere dönüşecek, savaş tekniklerini öğrenecek ver her şeye karşı koyacaktır.

Sucker Punch’ı sevmemin nedeni aslında içinde bulundurduğu aksiyon ve müziklerin kalitesi. Aslına bakarsanız müziğin senaryonun önüne geçtiğini bile söyleyebiliriz. Skrillex ile Korn, Björk ve Emilia Torrini dörtlüsü benim mest olmam için geçerli sebepler. Aynı zamanda sıkı bir aksiyon tutkunu olduğum için dövüş sahneleri de beni mutlu ediyor.

sucker-punch-izle

Alice in Wonderland yerine Alice in Sorrowland diyebiliriz filmin temasına. Bu sefer hatunlar başkaldırıyor ve ölmek uğruna da olsa savaşıyorlar. Farklı bir devrim hava var filmde. Sweet Pea devrimcibaşı oluyor, liderleri olarak kaçış planını ortaya çıkarıyor. Siz de bunu zevkle izliyorsunuz.

Sezar’ın hakkının Sezar’a verilmesi konusunda oldukça adil olduğum için ve güzeli ödüllendirmenin arkasında bulunduğum için hatunlara çirkin diyenleri gerçekten anlamıyorum. Güzellik ön plana çıkarıldığında bunu doğrudan seksist bir şekilde anlamak yanlış. Filmin senaryosu zaten genelev üzerine kurulmuş durumda. Bu yüzden doğal olarak hatunlar on numara beş yıldız.

Gelelim Sucker Punch’ın anlamına. Bu Sucker Punch Türkçe’ye “Sakin atın tekmesi yaman olur.” ya da “Arap atı” (neden hep at ya rabbim), ummadık taş baş yarar gibi anlamı var. Saftirik yumruğu. Yani beklemediğiniz anda gelen fakat çok hafif olan bir yumruk. Yine de meseleyi Mevlana’ya, bilemediniz atasözleri sözlüğüne bağlarsak “damlaya damlaya göl olur.”. Birden fazla kadının sucker punchları bir devrim başlatır hale gelir. Gerekirse birilerini öldürür ve yollarına devam ederler.

Filmdeki hayal sahneleri ve dansın bir arada olması en çok hoşuma giden parçalardan bir tanesiydi. Dansın genel olarak bir ritüel olduğunu düşünürsek bu ritüel sırasında kadının kendini çok güçlü hissetmesi hatta hayallerinde herkesi yenmesi oldukça tatlı. Ayrıca rüyalar ve hayallerden gerçeğe geçtiğimiz içinde arada emin olamadığımız sahneler de oluyor. Hmmm şimdi bu gerçek miydi değil miydi?

Sucker Punch sonu itibari ile doyurucu gelmemiş olabilir fakat gidişata tam puan vermek benim gibi iyi niyetli öğretmenlerin/öğrencilerin ve bunu seven öğrencilerin/öğretmenlerin işidir.

“Wiseman: Don’t ever write a check with your mouth you can’t cash with your ass. Oh, and one more thing… don’t wake the mother.”

“Sweet Pea: You can deny angels exist, Convince ourselves they can’t be real. But they show up anyway, at strange places and at strange times. They can speak through any character we can imagine. They’ll shout through demons if they have to. Daring us, challenging us to fight.”

“High Roller: All I require from you is a slither of a moment. To have you not by force, but simply as a man and a women. To see in your eye, that simple truth, that you give yourself to me freely. Not because you have to, but because you want to. Now of course, for such a gem, I will give as well. I’m willing to give you freedom. Pure and total freedom. Freedom from the drudgery of everyday life. Freedom as abstract ideal. Freedom from pain. Freedom from responsibility. Freedom from guilt. From regret. Freedom from sadness. Freedom from loss. The freedom to be happy. Don’t close your eyes; I need you to look at me. The freedom to love.”

Sucker Punch – Trailer

← Older posts
Newer posts →

Abone Ol

  • Entries (RSS)
  • Comments (RSS)

Arşivler

  • Eylül 2017
  • Ağustos 2014
  • Şubat 2014
  • Kasım 2013
  • Temmuz 2013
  • Haziran 2013
  • Mayıs 2013
  • Nisan 2013
  • Mart 2013
  • Şubat 2013
  • Ocak 2013
  • Aralık 2012
  • Kasım 2012
  • Ekim 2012
  • Eylül 2012
  • Ağustos 2012
  • Temmuz 2012
  • Haziran 2012
  • Mayıs 2012
  • Nisan 2012
  • Mart 2012
  • Şubat 2012
  • Ocak 2012

Kategoriler

  • Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım
  • Filmler, sinema, film inceleme
  • Güncel, gündem, medya
  • Sanat, resim, tiyatro
  • Seyahat, mekanlar, hatıralar

Meta

  • Kayıt Ol
  • Giriş

WordPress.com ile Oluşturulan Web Sitesi.

Gizlilik ve Çerezler: Bu sitede çerez kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek bunların kullanımını kabul edersiniz.
Çerezlerin nasıl kontrol edileceği dahil, daha fazla bilgi edinmek için buraya bakın: Çerez Politikası
  • Takip Et Takip Ediliyor
    • Öznur Doğan
    • Diğer 1.572 takipçiye katılın
    • WordPress.com hesabınız var mı? Şimdi oturum açın.
    • Öznur Doğan
    • Özelleştir
    • Takip Et Takip Ediliyor
    • Kaydolun
    • Giriş
    • Bu içeriği rapor et
    • Siteyi Okuyucuda görüntüle
    • Abonelikleri Yönet
    • Bu şeridi gizle
 

Yorumlar Yükleniyor...