• BEN KİMİM? / NEDEN YAZIYORUM?
  • SİZDEN GELENLER
  • Copyleft

Öznur Doğan

~ La beaute est dans la rue!

Öznur Doğan

Monthly Archives: Kasım 2012

Temple Grandin / Deli Dahi

30 Cuma Kas 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

arizona state üniversitesi, deli dahi, dr. carlock, duke üniversitesi, hayvanbilim, hug box, insani edebiyatı fahri doktorası, perspektif, rainman, sarılma kutusu, temple grandin, yüksek lisans


temple-grandin-posterSiz benim deli dediğime bakmayın, Temple Grandin aslında otistiktir. 29 Ağustos 1947 yılında doğmuştur. Hayatı boyunca en çok değer verdiği şey olan büyükbaş hayvanlar için çabalayıp durmuştur.

Temple Grandin filmi Temple Grandin tarafından senaryo edilmiş bir filmdir. Bu yüzden hem doğruluğuna inanmış oluruz hayatının hem de ilk ağızdan dinlediğimiz için sanki bize anlatıyormuş gibi hissederiz. Özel bir anaokulu, ardından ilkokul, lise ve üniversite eğitiminden geçen Grandin kendisini sakinleştirecek düzeneği icad edene kadar bir işkence halinde yaşamaktadır her şeyi. Bıraktığı eşyalar bıraktığı gibi kalsın ister, başkalarının yanında kendisini rahat hissedemez. Rainman gibi akla hayale gelmeyen işlemleri yapabilir, bir sayfayı tek bakışta ezberleyebilir ve akıldan okuyabiliyor, perspektif algısını kıracak çok sağlam bir kutu yapabilir.

temple-grandin-izle

Amerika liselerinde filmlerden görmeye alışık olduğumuz yüksek oranda arkadaş alayına maruz kalmıştır, bu yüzden rahat bir çocukluk geçirdiği söylenemez. Üniversiteye gittiğinde de her şey istediği gibi devam etmeyecekti fakat o kendisi için özel bir yol çizmeye başlayacak, yapabileceğinin en iyisini hesaplayarak kocaman bir tesisi yeniden inşa edecektir. Arizona State Üniversitesi’nde Hayvanbilim bölümünde yüksek lisans yaptıktan sonra bu yolda devam edecek, doktorasını verdikten sonra Duke Üniversitesi’nde İnsanı Edebiyat Fahri Doktorası almıştır. Şimdi gelin de nasıl sevmeyin siz bu kadını.

Film boyunca ilk olarak Grandin’in hayatına giriyoruz. Yaşadığı zorluklar sonrası “hug box” olarak icat ettiği, 4 tarafı tahtalarla çevrili olan ve belirli düzenekler ile açılıp kapanabilen kutuyu üniversitesine taşımak istediğinde hem gülüyor hem de yine aldığı tepkiler dolayısı ile gülüyoruz. Temple Grandin bizde hiçbir zaman için acıma duygusu uyandırmıyor. O tamamen kendine yetebilecek birisi. Bunu da adım adım görüyoruz. Sadece kendi sorununu çözmekle de kalmıyor, insanlığa da yardım etmiş oluyor. Ürettiği kutu ile dünya üzerinde pek çok otizm hastasına da yardımcı oluyor.

Ve hatta benim gibi sulu gözlü iseniz filmin sonunda ağlıyorsunuz. Hayatı resimler ile görüp birbirine bağlayan bir bilim insanının dünyasında gezinmenin acı tatlı tadını alıyorsunuz.

“Temple Grandin: …They’ll be very calm. Nature is cruel but we don’t have to be; we owe them some respect. I touched the first cow that was being stunned. In a few seconds it was going to be just another piece of beef, but in that moment it was still an individual. It was calm… and then it was gone. I became aware of how precious life was. I thought about death and I felt close to God. I don’t want my thoughts to die with me. I want to have done something.”

“Temple Grandin: Of course they’re gonna get slaughtered. You think we’d have cattle if people didn’t eat ’em everyday? They’d just be funny-lookin’ animals in zoos. But we raise them for us. That means we owe them some respect. Nature is cruel, but we don’t have to be. I would’nt want to have my guts ripped out by a lion, I’d much rather die in a slaughterhouse if it was done right. 
Dr. Carlock: It seems to me that you should be the one to design… the slaughterhouse… 
Temple Grandin: [interrupting] We can easily do a way where they don’t feel pain and they don’t get scared. 
Dr. Carlock: Did you hearwhat I said, Temple? I think you’re the one who should design it. “

Temple Grandin Trailer

The Hairy Ape / Eugene O’Neil

29 Perşembe Kas 2012

Posted by Öznur Doğan in Sanat, resim, tiyatro

≈ Yorum bırakın

Etiketler

Amerikan Kültürü ve Edebiyatı, endüstriyelleşme, eugene o neil, hairy ape, iletişimsizlik, industrialization, lack of communication, mildred douglas, o neil, rodin, rodin thinker, the hairy ape, the thinker, transatlantik, yank


Eugune O’Neil’ın yazdığı The Hairy Ape oyunu Amerikan Edebiyatı’nda sembolizm ile naturalizmi bir araya getiren önemli oyunlardan bir tanesidir. Oyunda Hairy Ape olarak göreceğimiz birden fazla adam vardır. Transatlantiğin içerisinde bu geminin, bu devasa yapının ilerlemesini sağlamaya çalışan, ondan sorumlu olan ve insan formundan uzaklaşmış adamlar ile bu geminin sahibi tertemiz insanlar görürüz. Endüstriyelleşme sonrası insanın sadece makine formunu almaya başladığın, hatta makine değil sadece dişlinin bir parçası olduğunu kavrarız.

The Hairy Ape’te Yank adında başrolümüz vardır. Yank, iyi yarı bir adamdır ve bazı zamanlar oturup olup bitenleri düşünmesi nedeniyle “The Thinker”a benzetilir. Rodin’in heykelidir The Thinker. Bir konu üzerinde düşünme, problemi çözmeye çalışma anlamına gelir. Yank’in de anlamlandırmaya çalıştığı bir pozisyonu ve içinde olmaktan bir süre sonra zevk almayacağı bir yaşamı vardır fakat Mildred’i görene kadar hiçbir şey üzerine düşünmemiştir. Hatta ondan sonra da özellikle düşünüp karar verdiği söylenemez.

Yaşanan savaşlar ve teknolojik gelişmeler sonrasında insanoğlunun makineler ile savaşı başlamıştır. Makineler her şeyi yapar hale gelmiştir ve insanın görevi sadece bunları açıp kapamaktır. Daha az insan gücüne ihtiyaç duyulur bu yüzden. Medeniyetin gelişimi ile insanın dahil olduğu alanlar değişim göstermektedir fakat alt sınıf olarak tabir edilen çalışan kesimin ezilme oranı artmıştır. Orta sınıf ortadan kalkarak toplum iki sınıfa ayrılmıştır sadece. Yönetenler ve yönetilenler, zenginler ve fakirler, insanlar ve hayvanlar. Tüm oyun boyunca sınıf farkını hissederiz. Transatlantiğin sahibinin kızı olan Milded Douglass’ın Yank’i gördüğünde bir hayvan sanıp bayılması, ona Hairy Ape demesi, onun olduğu ortamda bulunmak istememesi gibi birden fazla işaret vardır bu konuya. Emekçilerin olduğu toplulukta kendi adlarına karar verebilen kimse yoktur. Hepsi cahilliği yeğ tutarlar çünkü düşünmeye başladıklarında karşılaştıkları sonuç ile mutlu olmayacaklarını bilirler. Bu yüzden üst sınıf tarafından yönetilirler.

Sadece maddi değil aynı zamanda fiziksel farklılıklar da vardır iki sınıf arasında. Kıyafetler, yüzler, davranışlar ve hatta konuşmalar. Yank’in kesik kesik konuşmaları, kamaradaki diğer erkeklerin anlaşılmayan konuşmaları da gerçek bir iletişimi imkansız hale getirecek cinstendir. Sadece birbirlerini anlarlar, dışarıdan birisini kendi dünyalarına kabul etmezler. Zaten dışarıdan birisi de onlara yaklaşmak istemez çünkü onları tekinsiz bulur.

Genel itibari ile The Hairy Ape, erkeklerle dolu bir kamaranın karanlığını hissedebileceğimiz, endüstriyelleşme ile ayrılan sınıfların keskinliğini görebileceğimiz, insanların insan özelliklerinden çıkmak zorunda bırakıldıklarını algılayabileceğimiz,  beyaz ile siyahın birbirine karışmak isteyip de karışamadığına tanık olabileceğimiz özel bir oyun.

Trifles / Susan Glaspell

28 Çarşamba Kas 2012

Posted by Öznur Doğan in Sanat, resim, tiyatro

≈ 7 Yorum

Etiketler

boğazlamak, boğulmak, cherriff peter, feminist drama, feminizm, george henderson, john wright, minnie foster wright, once act play, province towm players, province town, susan glaspell, trifles, trifles analiz


4 senelik öğrencilik hayatım boyunca sanıyorum üniversitede en çok Trifles oyununu sevdim tiyatrolar arasından. Province Town Players içinde yer alan Susan Gospell feminist drama’nın tohumlarını Amerika’ya atmış oluyor. Once-act yani tek perde ve olay etrafında gelişen bir oyun. Amerika’da ilk olma özelliği var. Aynı zamanda sahnenin de kısıtlanması gibi özellikler taşıyor. Her şeyden önce “trifle”ın değersiz eşya, şey anlamına geldiğini belirtmem gerekiyor.

Bir akşam Şerif Peter John Wright’ın evine girer ve adamı boğazlanmış bir şekilde bulur. Karısı Minnie Foster Wright ise ortalarda yoktur. Şerif ile birlikte gelen George Henderson ve Hale kanıt için evi aramaya başlarlar. John’un neden öldüğünü bulmak için bir orayı bir burayı karıştırırlar. Ardından Hale’in ve Peter’ın karısı gelir. Dikkat edeceğiniz üzere kadın karakterler arasından tek isme sahip olan kişi Minnie’dir. Diğer kadınlar ise eşlerinin adları ile çağrılırlar.

Minnie’nin evinde küçük bir kuş vardır. Minnie bu kuşla vakit geçirir, her gün evini toplar, düzenler. Kocası ile aralarında büyük bir problem vardır. John, Minnie’nin hayatına giren kara bir lekedir çünkü Minnie’nin geçmişini tamamen yok etmek istemektedir. Eve telefon bağlamaz, eskiden şarkıcı olan ve bir kuş gibi şakıyan Minnie’nin eski hallerine dönmesini istemez. Tam bir odundur John.

Şerif ve diğerleri evdeki araştırmalarına devam ederken Bayan Hale bir şeyleri anlamaya başlar. Tam yorum yapacaktır ki erkekler tarafından susturulur. Bunun nedeni kadınların herhangi bir ölüm durumunu çözemeyeceği, araştırma yaparak bir doğruya ulaşamayacağıdır. Bu noktada toplumdaki yerini bir kez daha görürüz kadınların. Pasifize edilmişlerdir. Eşlerinin adlarını taşımak zorunda kalmazlar, aynı zamanda fikirlerini de içlerinde taşımak zorunda kalırlar. Onları dinleyecek birileri yoktur çünkü erkek egosu o sıralarda bağırmakla meşguldur.

Bunu anlayan Bayan Hale işin ayrıntıların döner. Normalde Minnie’nin çok derli toplu olduğunu bilen Bayan Hale o gün evin oldukça dağınık olduğunu görür. Aynı zamanda en büyük detayı da o yakalar. Boğazlanarak öldürülmüş olan kuşu görür, daha sonra cesede bakar. Ve o anda tüm sırlar çözülür. Minnie’yi sembolize eden ku John tarafından boğazlanılarak öldürülmüştür. Bardağın son damlası bu harekettir. Minnie kuşun öldürülmesine, kendi özgürlüğü ve güzelliği ile bağdaştırdığı canlının yok edilmesine katlanamaz ve kocası deli kuvveti ile boğarak öldürür.

Bayan Peter’a da bu durumu çaktıran Bayan Hale, arkadaşının özgürlüğüne kaçtığını anlamış olur. O noktadan sonra yapabilecekleri en önemli şey cinayetin detaylarını göz ardı ederek erkeklere bir şey çaktırmamaktır. Erkekler de zaten avanak avanak evin içinde dolaşıp mantıklı bir sebep bulmaya çalışırlar. Bulamazlar tabii ki de. Kadınlara sorduklarında ise “Biz bir şey görmedik.” cevabı alırlar. Böylece ilk olarak Minnie’nin özgürlüğüne ve dolayısı ile kimliğine kavuştuğunu görürüz. İkinci olarak kadın birlik ve beraberliğinin gerektiğini, bir araya gelen kadınların güçlü topluluklar oluşturabileceğini görüyoruz. Üçüncü olarak oyunun semboller üzerine kurgulandığını algılıyoruz. Evdeki soğuk hava ve dağınıklık karı ile koca arasındaki gerginliği, esen soğuk rüzgarları ve anlaşmazlığı açıklar. Boğazlanarak öldürülen kuş Minnie’nin ev içindeki halidir. Kocası tarafından mutsuz edilen bir kadının son saniyeleridir o evdeki. Kuşun kafesi Minnie’nin içinde yaşamak zorunda bırakıldığı hapishane yani evi temsil eder.

Minnie bu yüzden isyankar / asi bir kadındır. Kocasına karşı ayaklanmış ve evi terk etmiş hatta kocasını da bu sırada öldürmüştür. Bıraktığı izler ile iki kadının da aklına özgürlük tohumları ekmiş olur. Hiçbir şey olmasa da kadınlık iç güdüleri ile hareket ederek hayatta kalmayı başaracağını garantilemiş olur.

Erkek egemen toplumda kadınının yerinin olmadığını açıkça gözler önüne serer. Kadınların ufak tefek şeylere takılarak gözlem yapamayacağını düşünenlere inat kadınların gücünü ortaya çıkarır. Aynı zamanda kadınların empati gücünün de varlığını gözler önüne sermiş olur. Bir kadın başka bir kadın için kendisini kocası ile zıt bir duruma sokar. Aslına bakarsanız bu manada diğer kadınlar da Minnie gibi baş kaldırmış olurlar.

Yalnızlık ve intikam Minnie’nin cinayeti gerçekleştirmesindeki nedendir. Kadını daima evinde oturan birisi olarak tahayyül etmek isteyen toplumun kadının yalnızlaştığını görmemesidir mesele. Kadın yeter ki evde yemek yapsın, kocasını beklesin ve tabii ki de ağır başlı namuslu olsun.

Trifles, kadın aklını yücelttiği ve erkeklerin göremediği şeyleri kadınların görebileceğini bize gösterdiği için bana göre çok önemli bir oyundur. Feminizm açısından baktığınızda aranılan öncelikli örneklerden bir tanesidir. Başlıktaki ironi ile de zülf-i yare dokunur.

The Open Boat – Stephen Crane

27 Salı Kas 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 4 Yorum

Etiketler

captain, charles darwin, darwinist, man's insignificance in the universe, naturalist, nature's indifference to man, open boat, stephen crane, the cook, the correspondat, the oiler, the open boat


The Open Boat, Stephen Crane tarafından yazılmış ibretlerle dolu bir öyküdür. Kendisi Kısa Öykü dersimizde bizlerle olmasına rağmen aslına bakarsanız o kadar da kısa değildir. En azından oku babam oku bir dönem geçirdiğimiz doğrudur bu hikaye önümüze geldiğinde. Aldığım notlar ve sizin için oradan buradan birleştirip size güzel bir açıklama, not tutma yazısı yazacağım.

İlk olarak The Correspondant olarak karşımıza çıkan ağabeyimizin Stephen Crane olma ihtimali oldukça yüksektir. Edindiğimiz bilgilere göre Stephen Crane de böyle bir yolculuğa çıkmış ve zorlukları aşmıştır. Hikayeyi de bu yüzden The Correspondant’ın zihnininden duyarız. Onun fikirleri ve düşünceleri ile hareket ederiz. Bu yüzden onun sorgularına da eşlik etmiş oluruz. İlk başta dünyaya hakim olabileceklerine inanırlar tayfa olarak. Doğayı anlayabileceklerine, her şeyden üstün olduklarına inanıyorlar. Bu yüzden gözlerinin önünde bir perde var gibi bir durum söz konusu. Fakat bottan da anlaşılacağı üzere deniz motifi yine karşımıza çıkıyor. Yine bir maturity, yine bir olgunlaşma süresi kahramanlarımızı bekliyor olacak. Hikayenin başında hakimiyet duygusu yüksek olan kahramanlar hikayenin sonunda doğanın aslında onlara sahip olduğunu anlayacaklar.

Correspondant okumuş bir adam olduğu için yol boyunca öğrenmeye ve algılamaya en fazla açık olan adam. Örneğin varlığı, kaderi ve hayatı sorguluyor. Var oluşlarının nedenini bulmaya çalışıyor. Rodin’in Thinker heykeli gibi bazı pozlara girmesi de mevcut.

Bir diğer tarafta ise The Oiler var. Oiler botta bulunan en güçlü adam. Kasları var, botu tek başına götürebiliyor vs. Bu yüzden Darwinist teoriye göre ayakta kalabilecek olan tek kişi o. Fakat hikayenin sonunda ölmüş olan tek kişi The Oiler oluyor. The fittests survive dediğimiz olay da işte bu noktada cereyan ediyor. En başından beri güçlü kuvvetli hali ile onun kurtulacağını anlıyoruz. Gerçek bir survivor olduğunu görmemize neden oluyor hikaye de bizim. Ancak hem zihnen hem de fiziken güçlü olunmadığı sürece kurtulma ihtimalinin düşük olduğunu anlıyoruz.

Hikayenin başında daha bireysel olan bu dört adam zorluklarla karşılaştıklarında bir olmaya başlıyorlar. Kaybettikleri yiyecekler için üzülüyor, var olanları nasıl paylaşmaları gerektiğini düşünüyorlar. Anlıyorlar ki doğaya karşı tek başlarına olduklarında kurtulabilme şansları çok düşük. Bu yüzden birlik olmanın en mantıklı iş olduğunu kavrıyorlar. Kardeşlik teriminin içini doldurmaya başlıyorlar bu sayede. Artık ölüm kalım yolunda bir araya gelmiş adamlar oluyorlar.

Hikaye ilerledikçe bu adamların yarı batık botu ile kıyıdaki insanlar tarafından izlenmesi sahnesi geliyor. Bu sahnede en önemli nokta bakmak ile görmek arasındaki fark. Kıyıdaki insanlar onlara uzaktan bakıyor ve hatta onlara el sallıyorlar. Bizim biraderler ise zor durumda oldukları halde kendilerini bir türlü açıklayamıyorlar. Onların katı realitesine karşılık diğer tarafta hayal gücü var. İnsanlar uzakta ne olduğunu hayal edip ona göre hareket ediyorlar ve tabii ki oradan herhangi bir kaza ümitleri olmadığı için, görmek istemedikleri için de olabilir onlara el sallıyorlar.

Yavaş yavaş kader ve gerçeklik algıları değişmeye başlıyor. İlk başta kendi çıkarları doğrultusunda yaptıkları tahminleri artık daha doğru yapıyor hale geliyorlar. Fakat kendi aralarında da gerçeği farklı şekilde algılama söz konusu. Oiler’ın (Billie), Cook’un, Correpondant’ın ve Captin. Correspondant düşünmeye devam ettikçe ve başına gelenleri anladıkça insanın dünya üzerindeki minikliğini kavrıyor. Aslında ne kadar önemsiz bir parça olduğunu anlamaya başlıyor ve bu noktadan sonra umudunu kaybediyor. Sadece kendisini sorgulamakla kalmayan Correspondant aynı zamanda tanrıyı da sorguluyor. Kendi geleceğini öngörüyor ve “I never shall see my own, my native land.” diyor.

Değinmemiz gereken son nokta ise kardeşlik bağının kuvveti ile kendisini diğer arkadaşları için ölüme atan Oiler oluyor. Hikayenin başında tek başlarına hareket edem adamların son tahlilde nasıl birbirine bağlı olduklarını, zorlukların insanları nasıl birbirine yaklaştırdığını görmüş oluyoruz.

The King’s Speech / Zoraki Kral

26 Pazartesi Kas 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ 2 Yorum

Etiketler

bertie, black swan, colin firth, geoffrey rush, inception, king george vi, lionel logue, mamma mia, oskar ödülleri, quills, shutter island, the king's speech, zoraki kral


+Yeni mi izledin? -Eveeet. +Aaaa! -Yaa. İşte böyle bir hikaye benim çok bilinen filmleri sonradan izlemem ve herkesin unuttuğu anlarda onlara bu filmleri hatırlatabiliyor olma lüksüne sahip olmak. Inception, Shutter Island, Black Swan ve diğerleri. Hepsi benim filmleri çok daha ileriki bir zamanda izlememin eseri. Oy canım.

Aslında bu yazıya şu şekilde başlamayı düşünüyordum: Film nasıl olursa olsun sırf oyuncuları sevdiğiniz, sempati duyduğunuz insanlar diye beklentinizi en düşük seviyeye çekip en mutlu insanlardan birisi olabilirsiniz. Evet, Geoffrey Rush’ı gördüğümde film tüm yapılarından, yargılarından ve beklentilerinden kurtuldu. Seviyorum bir kere bu adamı, çok normal ondan iyi bir şeyler beklemek. Yine de ne kadar gözümde büyütürsem o kadar hayal kırıklığına uğrayacağımı bildiğim için sakince izledim filmi. Yine de Quills’de dizlerimi titreten bu adam burada da beni zevkten dört köşe etmeyi başardı.

83. Oscar Ödülleri’nde En İyi Aktör dalında oskarı kucaklayan Colin Firth için bir aralar “Yersiz bir oskar oldu.” gibi şeyler duymuştum. Zoraki bir ödül verildi açıklamaları yapılmıştı. İtirazım var! Katılmıyorum hakim bey! Colin kekemeledikçe ben sanki kendimi bir şeyler söylemeye çalışıyor da başaramıyor gibi hissettim. Ben gittikçe sıkıştım, o küfrettikçe ben rahatladım! Güldükçe güldüm, gerildikçe onun gerginliğini yaşadım. Daha önce Mamma Mia’da karşıma çıktığını hiç hatırlamadığım bu adamı dosdoğru, yargılamadan, ilk kez izliyor gibi izledim ve sonuç beni tatmin etti.

Geoffrey Rush’ın yine keskin zekalı bir karakteri canlandırması ve üzerine tamamen yapışan muhtekuladelik. Evet. Sıfat oluşturmakta özgürüz. Dil bizimle yaşayan bir şey. Mis gibi kelimeler ile tanıtıyorum size Rush’ı. Yaşlılığın garip bir şekilde çirkinleştirmekle karizmalaştırmak arasında bıraktığı bir adam Rush. Yine de o bilge  ve küstah eda başka birilerine yakışabilir miydi bilmiyorum. Lionel Louge’u tanıtırken Kral George biraz duraksar ve “Benim kişisel konuşma terapistim.” der. Aslında o anda orada “Mentorüm.” demesini bekledim bir an. Tabii ki bir krala böyle konuşmak yakışmazdı. Hem kralsınız hem de size akıl veren bir adam var. Hem de bu adam başpsikopos da değil. Hmm! Tü kaka.

kings-speech-izle

Gelelim filmin ayrıntılarına ve dokunulması gereken parçalarına. İlk olarak müstakbel kralın sahip olduğu kekemelik ve geçmişi ile olan anlaşmazlığından bahsetmek istiyorum. Sahip olduğu kekemelik içine doğduğu ve aslına bakarsanız çok da doğmak istemediği bir yer olan İngiliz Kraliyet’ine baş kaldırıdır. Kekeme olduğu zaman ona kimse dokunmayacaktır. Elbette gerçek bir asil gibi olması daima beklenecektir, üzerine gidilecektir, ani çıkışlar yapılacak ve korkudan ödü koparılacaktır fakat onlar ne yaparsa yapsın eşinin de dediği gibi ona ilişmeyeceklerdir. İngiliz Kraliyeti’nin pürüzsüzlüğüne, o beyazlar ile belirlenen asilliğine karşı kara bir dikendir George. Hem kendisine batar hem de ailesine. Konuşmada başarısız görünse de insanlara katlanma konusunda oldukça başarılıdır. Onunla dalga geçen bir ağabeye katlanmak zorundadır öncelikle. Ardından sert olması gerektiği en abuk şekilde empoze eden babasına karşı. Ona yemek vermeyen dadısına ve bu konulara hep uzak kalan annesine. George kekelemesin de ne yapsın?

King George VI: [Sees Logue is sitting on the coronation throne] What are you doing? Get up! You can’t sit there! GET UP! 
Lionel Logue: Why not? It’s a chair. 
King George VI: No, that. It is not a chair. T-that… that is Saint Edward’s chair. 
Lionel Logue: People have carved their names on it. 
King George VI: [Simultaneously] That… chair… is the seat on which every king and queen has… That is the Stone of Scone you ah-are trivializing everything. You trivialize… 
Lionel Logue: [Simultaneously] It’s held in place by a large rock. I don’t care about how many royal arseholes have sat in this chair. 
King George VI: Listen to me. *Listen to me!* 
Lionel Logue: Listen to you? By what right? 
King George VI: By divine right if you must, I am your king. 
Lionel Logue: No you’re not, you told me so yourself. You didn’t want it. Why should I waste my time listening? 
King George VI: Because I have a right to be heard. I have a voice! 
Lionel Logue: [pauses] Yes, you do. 
[Longer pause] 
Lionel Logue: You have such perseverance Bertie, you’re the bravest man I know. 

Bertie, Louge’un asistanlığında yepyeni bir adama dönüşür. Yüzleşmek istemediği krallık gerçeği ile cesursa karşılaşmasını sağlar Louge. Tüm çalışmaların, yerde yuvarlanmaların ve zıplamaların, camlardan bağırmaların sonucu olarak tamamen kendine güvenen bir kral çıkacaktır ortaya. Bu yüzden hiçbir şeyi olmayan adam Louge kaybedecek de bir şeyi olmadığı için Bertie’ye yardım etmek, en onulmaz sözler söyleyerek onu güçlenddirmeye çalışmaktadır. Herkese böylesine bir arkadaş gerekli desem, çok ileri gitmiş olmam sanıyorum.

Filmin en eğlenceli ve müthiş rahatlama dolu sahnesini ise kocaman bir spoiler alert ile vermek istiyorum. DİKKAT DİKKAT.

King gone wild!

King George VI: All that work down the drain. My own brother, I couldn’t say a single word to him in reply. 
Lionel Logue: Why do you stammer so much more with David than you ever do with me? 
King George VI: ‘Cos you’re b… bloody well paid to listen. 
Lionel Logue: Bertie, I’m not a geisha girl. 
King George VI: St… stop trying to be so bloody clever. 
Lionel Logue: What is it about David that stops you speaking? 
King George VI: What is it about you that bloody well makes you want to go on about it the whole bloody time? 
Lionel Logue: Vulgar, but fluent; you don’t stammer when you swear. 
King George VI: Oh, bugger orf! 
Lionel Logue: Is that the best you can do? 
King George VI: Well… bloody bugger to you, you beastly bastard. 
Lionel Logue: Oh, a public school prig could do better than that. 
King George VI: Shit. Shit, shit, shit, shit, shit, shit, shit, shit, shit, shit, shit, shit! 
Lionel Logue: Yes! 
King George VI: Shit! 
Lionel Logue: Defecation flows trippingly from the tongue! 
King George VI: Because I’m angry! 
Lionel Logue: Do you know the f-word? 
King George VI: F… f… fornication? 
Lionel Logue: Oh, Bertie. 
King George VI: Fuck. Fuck! Fuck, fuck, fuck and fuck! Fuck, fuck and bugger! Bugger, bugger, buggerty buggerty buggerty, fuck, fuck, arse! 
Lionel Logue: Yes… 
King George VI: Balls, balls… 
Lionel Logue: …you see, not a hesitation! 
King George VI: …fuckity, shit, shit, fuck and willy. Willy, shit and fuck and… tits. 

Çok uzun zaman sonra izlediğim için pişmanlık duymuyorum. Bunu açıkça söylüyorum ki şu anda filmi izlemiş olanların hissedeceği hatırlamışlık ve izleyeceklerin yaşayacağı istek çok daha değerli herkesle izlemekten.

King’s Speech – Trailer

Şark Dişçisi / Ağız Dolusu Kahkaha

25 Pazar Kas 2012

Posted by Öznur Doğan in Sanat, resim, tiyatro

≈ Yorum bırakın

Etiketler

çağlar çorumlu, bertolt brecht, defamiliarization, engin alkan, hagop baronyan, kabare, lüküs hayat, levon, salih bademci, selçuk borak, selin türkmen, sevil akı, sevinç erbulak, taparnigos, tarla kuşuydu juliet, tuğrul arsever, yarenyag, şark dişçisi


Daha önce herhangi bir müzikal oyun izleme fırsatı bulmuş olanların tam anlamı ile bağlanacağı, oyundan çıktıktan sonra ayakları ile müziğe eşlik ettiğini anlayacağı bir oyun Şark Dişçisi. Lüküs Hayat, Tarla Kuşuydu Juliet, Kabare gibi çok sesli oyunlar ile haşır neşir olmuş bir insan olarak Şark Dişçisi’ne uzun zamandır gitmek istiyordum. Sonunda gittim! Ve iyi ki de gitmişim.

Şark Dişçisi 19. yy’da geçen bir hikaye. Nam-ı diğer Şark Dişçisi yani Taparnigos çapkın bir adamdır. Sophie adında kocasından bıkmış mı bıkmış bir kadın ile aşk yaşamaktadır. Taparnigos’un karısı Marta kocasının sürekli onun parası ile adam olduğundan yakınır da durur. Bütün olaylar işte bu noktadan ortaya çıkar.

Her şeyden önce Şark Dişçisi’nin açılışını yapan ve tüm oyuna bir güzel yön veren “kolbaşı” Selçuk Borak’tan bahsetmek istiyorum. Ermeni Türkçesi ile konuşarak ilk dakikada bağlar bizi oyuna. Hagop Baronyan tarafından yazılmış bu eseri bir kuble anlatır. Ardından Hagop hakkında bilgiler de verir. Örneğin mezar yerinin belli olmaması gibi. Aynı zamanda 19.yy’da yani 1850’lerde Pera’nın ne menem bir şey olduğunu anlatır. Biliriz ki bu gezgin kumpanyadan bizi güldürecek çoook şey çıkacaktır.

Hagop Baronyan Edirne’de doğmuş bir Ermeni’dir. Yazmış olduğu tiyatro eserleri 120 yıl sonra Şehir Tiyatroları tarafından oynanmaya başlanmıştır. Yine de işin garibi yazdığı her detayın güncellenebilir ve günümüze uygun olması. Yani aile ilişkilerinin çarpıklığı, yapılabilecek mevcut espriler. Sanki onların hepsi Hagop’un kafasının içinde bekliyormuş yıllar geçmesini. İşte bu sayede oyun hakkında ilk incelemeyi yapmış oluyoruz. Sanat eserlerinin zamansızlığını adımız gibi görmüş oluyoruz. 1842’de doğup 1891’de ölen Hagop’un eserinin zaman dışında bir oluşum olduğuna tanık oluyoruz. İnsanın sevmeye, arzularının peşinden koşmaya başladığı anda yaşanabilecek olayların evrenselliğini görüyoruz. Aile dediğimiz kurumdaki bozuklukların her zaman için geçerli olduğunu, baskı altında kalan bireylerin baş kaldıracağını ve daha iyisi için insanoğlunun daima bir koşuş içinde olduğunu.

sark-discisi-istanbul-buyuksehir-belediyesi-tiyatrosu

Çağlar Çorumlu’nun canlandırdığı Taparnigos Sevil Akı’nın canlandırdığı Marta ile bir türlü anlaşamaz. Onunla parası için evlenmiştir, Marta ondan büyüktür. Anlaşıldığı üzre yapmaması gereken bir evlilik yapmış üzerine bir de çocuk sahibi olmuştur. Yarenyag bu aşksızlığın meyvesidir. Aklı karışlarca havadadır yine de sevgisinin ardından baş kaldırmayı, amacına ulaşmak için iş çevirmeyi bilir. Akıllıdır da aptaldır da. Selin Türkmen’in canlandırdığı Yarenyag Salih Bademci’nin hayat verdiği Levon’a deliler gibi aşıktır. Levon, otoriterlerin sevginin önünde duramayacağına inanır. Sabah sevgilisi ile buluşmak için evden çıkarken annesine ne söyleyeceğini bir anda bilemez fakat aşkın her şeyden önce geldiğini düşünür ve geceden baloya gider.

Sophie (Sevinç Erbulak) ise yaşlı kocası tarafından tatmin edilemeyen bir kadındır. Taparginos ile hard-core bir ilişkileri vardır. Bastırdığı tüm duygular Taparginos ile ortaya çıkar. Bu noktada kadın ve erkek ilişkilerinde tatminsizliğe dair ikinci inceleme noktasına geliriz. Marta ve Taparginos ikilisinde tatmin edilmeyi bekleyen bir kadın vardır. Marta 60 yaşında olmasına rağmen hala kocası ile sevişmek ister fakat Taparginos karısının yaşlılığına ve isteğine dayanamayan bir adamdır. Onun için daha genç ve aynı derecede tatmin edilmeyi bekleyen Sophie vardır. Kadınlar erkekler tarafından hem duygusal hem de maddi açıdan tatmin edilmek isterler. Örneğin Marta’nın parasından daima bahsetmesi, ilk günkü gibi sevişmek istemesi, kocasına küsse de elini öptüğünde onu affetmesi, Sophie’nin yaşlı kocası ile sevişemediği için kuruyup gitmesi gibi birden fazla etken toplumda kadınların çekinik rolünü ortaya koyar. Yine de kadınlar da erkekler de bu tatminsizlik sonucunda başka insanlara kaçmaktadır.

Şark Dişçisi’ni Vişne Bahçesi, Tarla Kuşuydu Juliet ve diğer pek çok oyundan tanıdığımız Engin Alkan yönetiyor. Koreografi ise Selçuk Borak tarafından. Selçuk Borak Türk sanatında öncelikli yere sahip olması gereken bir adam. Sadece yurt içinde değil yurt dışında da çalışmalar yapmış bir başkoreograf. Yazması bile zorken bu kelimeyi adamlar bunun başı oluyor. Öyle düşünün. Dimdik duruyor sahnede, her noktada sesi yankılanıyor gür gür. Biraz daha aşık oluyor insan tiyatroya, biraz daha seviyor o sahne performansını.

Sahne demişken de üçüncü bir noktaya geçiyoruz incelenecek. Sahnede bulunan kocaman kumpanya evi ve onun sahne ortasında değiştiriliyor, çevriliyor oluşu. Bertolt Brecht’ten alışık olduğumuz defamiliarization / yabancılaştırma efektine tanık oluyoruz. Orkestraya laf atan oyuncu, protesto olarak elma armut atan orkestra, makyaj temizliyor diye sahneye çıkamayan oyuncu, gözlerimizin önünde değiştirilen ve taşınan dekor… Aslına bakarsanız daha pek çok detay var şu anda yazıp da sizi boğmak istemediğim. Oyunu izlerken bir anda yadsıyoruz bu yüzden, “Lan!” diyoruz. Hagop’un yapmak istediği de bu aslında. Topluma ışık tutarak hiciv yapmaya çalışan bir adamın aynı anda bizi de uyandırmaya çalışması çok normal. O ışık bize de tutulsun ki herkes sahnede yaşananlara dair kendini özdeşleştirmek yerine bir düşünsün, bir eleştirsin.

Yazıyı çok fazla uzatmadan ve size de izleme zevki bırakarak son bir noktayı incelemek istiyorum. Tuğrul Arsever’in canlandırdığı Giragos! Sen ne güzel adamsın, sen ne güzel karaktersin. “Genleşş, genleş, bollaş” diye insanları gülmekten öldüren, zenne kıyafeti ile Hamlet’ten tiratlar atan uşak. Son sahnede de bir hinlik ile karşılıyor bizi. Oyunun aynı zamanda başka tiyatro oyunlarına da gönderme yaptığını görerek alt çıkarım yapmış oluyoruz. Ve bir de kendi kendine gönderme yaptığını görünce tamam diyoruz “metatheatre” işte burada!

Çenem açıldı, durduramıyorum. Şark Dişçisi eve döndüğümde hemen oyun programını açıp yeni bir oyuna bilet aldıracak kadar içimi tiyatro ile doldur. Zannediyorum ki 2012-2013 sezonu oldukça bereketli geçecek benim için.

Tuhaf Alışkanlıklar Kitabı / Beni Hiç Tanımıyorsun!

24 Cumartesi Kas 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

126 yazar, 80'ler kitabı, 90'lar kitabı, ahmet akdeniz, ahu akkaya, atın intikamı, öznur doğan, elektra kompleksi, freud, girinti çıkıntıları saymak, kadir aydemir, rayka nayır güven, sevde kaldıroğlu, sosyal medya, tuhaf alışkanlıklar kitabı, tunca çaylant, yitik ülke yayınları


Hadi birbirimize açalım alışkanlıklarımızı ve tuhaflıklarımızı. Aslında kimse görmek ya da duymak istemez deşifre olduğunu. Örneğin birisi bana “Öznur, sen böyle zamanlarda şöyle yapıyorsun.” dese hafiften uzaklaşırım ortamdan biraz. Yine de zaaflarınızı, alışkanlıklarınızı siz anlatınca daha eğlenceli ve güzel oluyor. Tuhaf Alışkanlık Kitabı da kendilerine itirafları ile takıntılar konusunda bir tık öne geçenlerin kitabı. Kadir Aydemir’in hazırladığı kitaplar arasında yerini alan Tuhaf Alışkanlıkar Kitabı Yitik Ülke Yayınları’nın yeni gözbebeklerinden bir tanesi. Daha çıkalı 1 ay bile olmadı fakat oldukça geniş bir kitleye yayıldı bile. Yitik Ülke Yayınları’nda çıkan her kitabın böylesine sosyal medyada ve diğer mecralarda yankı bulmasının en önemli nedeni Kadir Aydemir’in girişimci ruhu ile gerçek kitapseverleri bir araya getirebiliyor olması. Sosyal medyadan insanlarla bir araya gelip kitap yapma fikri daha önce başka kimsenin aklına gelmemişti. Bu yüzden farklı projelere imza atılmış oluyor Yitik Ülke Yayınları çatısı altında.

Gelelim kitaba. Gelelim sayfaların kenarlarını kıvırmayı hiç sevmesem de kıvırmadan duramadığım kitaba. Takıntılar ne kadar farklı ve çeşitli diye düşündüren kitaba… Tuhaf Alışkanlıklar Kitabı 126 kişinin kuytuları ile bizi buluşturan bir kitap. Yalnız kitabın en büyük özelliği başkalarının hayatı ile sınırlı kalmaması çünkü tuhaflıklar hem bireysel hem de beynelmilel şeyler. Hem hiç tanımadığınız insanların hayatını öğreniyorsunuz hem de kendi hayatınız ile bağ kurup “Aaaa garip tesadüfler.” gibi şeyler söylüyorsunuz.  Ahu Akkaya’nın “Girinti Çıkıntıları Saymak” takıntısının bendeki tezahürünü görüyorum kitaplığıma bakınca. Tunca Çaylant’ın “Bir Oğlak’ın Suyla İmtihanı”nı yaşıyorum her duşa girdiğimde. Yani bu kitap parçalar halinde yazılmış fakat tamamiyle bütün olmayı başarabilmiş bir kitap. İlk olarak kendi ekseninde tamamlıyor dönüşünü, sonra sizi de içine alıyor.

Kitabı okurken çok güldüğüm bölümler oldu. Örneğin Sevde Kaldıroğlu’nun “Kızım, Ayakkabılarını Bağla, Düşersin Sonra” yazısına bildiğiniz sırıttım. Tam da okurken otobüsteydim çünkü. Ya da Rayka Nayır Güven’in “Panda Olmuşum Haberim Yok” yazısına. Bu alışkanlıklar hem güldürebiliyor hem de sizi daha yakın hissettiriyor. Fakat üzüldüğüm, yumruk gibi mideme oturan bölümler de oldu. Örneğin Ahmet Akdeniz’in “Atın İntikamı” yazısı ve hikayesi…

Sonra kitabı okurken kendimi bir psikologmuşum gibi hissederken buldum. Bu insanlar bana anlatıyorlardı hallerini. Kimisi adımlarını sayıyordu, kimisi benim gibi çift sayıların meftunuydu. Ben de hepsi için bir psikolojik neden bulmaya çalışıyordum. Çok da bilirim ya, “Bu kesin Elektra kompleksi.”, “Hmmm, evet, insanlar reddettikleri şeyleri bir süre sonra yaşarlar.” gibi. Kendime döndüm baktım ki bende de olaylar olaylar. Garip gurup alışkanlıklar var. Hem de annemin alışkanlıklarına dönmeli mönmeli alışkanlıklar bunlar. Bir de küçüklükte ve üniversitede geliştirdiklerim var.  E bunlar benim tuhaflıklarım, bana tuhaf gelmiyor ki. Ah bu tuhaflık! O zaman ben de içinden bir tanesini seçeyim tuhaflıkların ve ince bir ayrıntı vereyim hayatımdan.

Şu anda oturduğumuz eve taşındığımızdan bu yana ben her seferinde 3. kata çıkarken ayn oyunu oynarım. Mermer taşları ile oluşturulmuş merdivenden çıkarken mermer üzerindeki çizgilere ayağımda basmaya çalışırım. Bu çizgiler bazen /’dir, bazen \. Fakat bu bahsettiğim çizgiler karo taşlarının kırılan kısımları ya da birleşim yerleri değildir. Bildiğiniz mermerin içinde bulunan, mermere ait farklı renklerdir. Bir bakarın ikinci katın bir merdiveninde hiç çizgi yok. Hoop bir sonrakine atlarım. Böyle böyle paytak paytak çıkar dururum evime. Hiç yakalanmadım da şimdiye kadar.  O konuda keyfim kıyak. :)) Allah yakalatmasın! 🙂

Bir de son anda aklıma gelen bir şey var kitap ile alakalı. Hani bazı kitaplar vardır hiç bölüm yoktur, okursunuz da dünyanın öbür ucuna gitmeniz gerekir yeni bir bölüme başlamak için. 126 kişinin her biri ortalama 1.5 sayfada anlatmıştır tüm tuhaflıklarını Tuhaf Alışkanlıklar Kitabı’nda. Bu yüzden hemen okumuş olursunuz kitabı. Her biten sayfa yeni bir hikayedir çünkü. 🙂 Ve yüzden fazla bölüm demektir.

Kağıttan Hikayelerin Yaratıcısı Deniz Doğruyol

23 Cuma Kas 2012

Posted by Öznur Doğan in Sanat, resim, tiyatro

≈ Yorum bırakın

Etiketler

9 Eylül Üniversitesi, öznur doğan, bedri baykam, deniz doğruyol, Deniz My Paper Art by Deniz Doğruyol, Güzel Sanatlar Fakültesi Fotoğrafçılık, my paper art, röportaj


Madem bu blogu sanat ile doldurmak amaç, o zaman biraz da tasarımdan bahsedelim. Bamarangcomtr’de çalışırken tasarımcılarla iletişime geçme şansı bulmuştum. Deniz Doğruyol ile de bu sayede röportaj yapabilmiştim. Kağıtlara hayat veren kadın ile söyleşimizden umarım zevk alırsınız. Buyrunuz:

Kağıttan hikayelerin yaratıcısı Deniz Doğruyol, tamamen kendi geliştirdiği tekniklerle tasarladığı My Paper Art koleksiyonu kağıdın binbir halini ‘başkalaştırılmış’ formlarla sunuyor. Sanatçı tasarımlarına “Kağıttan bir dünya olsa nasıl olurdu?” sorusuyla başlamış ve tamamı el yapımı, kolajlardan oluşan bu eşsiz koleksiyonu tasarlamış. Uzun süreçlerden geçerek hazırlanan My Paper Art koleksiyonu, emek ve sabrın birleşiminden oluşuyor… Bu röportajla Deniz Doğruyol’u ve tasarımlarını daha yakından tanıma fırsatı bulduk.

Öznur Doğan: Deniz Doğrulyol’a göre Deniz kimdir?

Deniz Doğruyol: Deniz,  yüreğinin sesi ve  inançlarının her zaman peşinden giden, hayatı heyecan ve  tutkuyla üreterek, kendine anlamlı kılan, her anın; kendini yansıtan bir tablonun parçaları  olduğuna inanan biridir. Kendi hayallerinin ve inancının peşinden giderek yarattığı işine aşık, kendine verdiği en büyük değer ve armağanın bu olduğunu düşünüyor. 9 Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Fotoğrafçılık bölümünde okuduktan sonra reklamcılık yaptım. Ve hep hayalim olan yaratma isteğimin peşinden gidip, üç buçuk sene önce içimden gelen sesi dinleyerek kağıtlarla başladım yolculuğuma. İçimin isteğinin, büyük bir tutkuyla peşinden gitmenin eseridir; Deniz My Paper Art by Deniz Doğruyol markası.

Ö.D: Şimdiye kadar kağıtlar yazılıp çizilmiş, katlanmış, buruşturulmuş ya da kesilmişti. Siz tamamen kağıdı farklı bir boyutta ele alıyorsunuz. Kağıtlara yepyeni formlar verme fikri ilk ne zaman belirdi aklınızda?

D.D: Hayatın anlamını sorguladığım bir dönemdeydim. İş, insanın hayatında en uzun saatlerini geçirdiği bir yer, zaman geriye getirilmeyen en büyük gerçek. Yüreğimin en derinlerinden gelen bir istekti hep yeni bir şeyler yaratmak… ne olduğunu bilmiyordum ama Daha yapmadan bile, onun heyecanını çok net hissedebiliyordum hayallerimde. Bunun doğal ve hayatımızın içinden bir malzeme ile olmasını istiyordum. Birçok farklı malzeme denemelerim sonucunda, kağıtlarla tanıştım. Ve aşkımız o gün başladı.

Ö.D: Tasarımlarınızda sadece kağıtları değil eski ve doğal olarak pek çok farklı obje de kullanıyorsunuz. Hangi parçaları kullanacağınızı nasıl seçiyorsunuz?

D.D: Ben eski kağıtlar, eski eşyalar, hayatımızın içinden farklı detaylar, doğadan malzemeler gibi bir çok farklı materyali aslında birbiriyle tanıştırıp başkalaştırıyorum. Bunları seçerken özellikle şu dediğim bir aksesuar, detay, eşya veya kağıt olmuyor. Onlar zaman içinde bir şekilde benim karşıma çıkıp bana yeni ilhamlar veriyorlar. Sonuçta sonsuz bir kaynağın içindeyiz ve bende bu kaynaktan her geçen gün yeni bir şeyler keşfedip, tasarımlarımda kendimi yansıtacağına inandıklarımı kullanıyorum. Tek ayırdığım, kendime yakın görmediğim parçalar, genelde çok teknolojik görünümler, metal detaylar oluyor. Çünkü bana ruhsuz ve hikayesiz geliyorlar. Ben daha çok içinde ruh taşıyan ve bütününde kullandığım parçalar ile başka hikayelere dönüşen işleri seviyorum.

Ö.D: Sizin için bir maddenin tasarımlarınızda kullanılabilmesi için hangi özelliklere sahip olması gerekir? Kullandığınız maddeleri nerelerden satın alıyorsunuz ya da hangi şartlar altında üretiyorsunuz?

D.D: Yukarıda da bahsettiğim gibi, çok teknolojik, düz, kendini ifade etmekte çok uzaklaşmış materyaller beni heyecanlandırmıyor. Ben çok fazla sahaf, eski malzeme ve eşya satan dükkan geziyorum. Bunun haricinde sürekli yeni yerler ve yeni malzemeler keşfediyorum.

Ö.D: Satın aldığınız eski objelerden kendinize özellikle ayırmak istediğiniz parçalar oluyor mu? Örneğin bir dergi ya da kaplamak üzere aldığınız bir telefon…

Okumaya devam et →

Bartleby, the Scrivener / Katibim Bartelby

23 Cuma Kas 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 1 Yorum

Etiketler

Amerikan Kültürü ve Edebiyatı, bartelby, bartelby the scrivener, civil disobedience, death letter, death letter office, gingernut, herman melville, i would prefer not to, kapitalizm, katip bartelby, kısa öykü, sivil itaatsizlik, turkey, wall street


Sivil itaatsizliğin Amerika’daki babalarından bir tanesidir Bartelby. Daha önce Death Letter Office’te çalışmış bu adam Wall Street’te çalışmaya başlar. Ne zaman Bartelby’den bir iş istense işte o zaman “I would prefer not to.” der ve hatta sayfaları bu şekilde doldurmuşluğu vardır. Herman Melville’in hayatından parçalar bulabileceğimiz kısa öyküde Bartelby’nin soyutlanmış yapısı ile karşı karşıya kalırız. Sakin, sessiz bir adamdır Bartelby fakat oldukça da inatçıdır. Kendi istemediği sürece hiçbir işi yapmaz. İnsanlar ve yaşantısı ile iletişimi pamuk ipliğine bağlıdır Bartelby’nin. Bu sistemde aslında nasıl olduğunun da önemi yoktur. Kısa hikayedeki karakterlerin özel isimleri olmadığını görürüz o anda. Gingernut, Turkey gibi isimler ile çağrılan çalışanlar vardır ofiste. Toplumda sadece aracı olarak var olan, herhangi bir söz hakkı söz konusu olmayan adamlardır. Birbirleri ile iletişimleri neredeyse yoktur. Bartelby’nin de konuşmama konusundaki inatçılığını düşünürsek koca ofisin içerisinde bir allahın kulu konuşmaz, bir şeyler anlatmaz. Sanki aralarında duvarlar vardır. Bu duvarlar hem karakterleri birbirinden ayırır hem de sembolik olarak mekanikleşmeye başlamış toplumun birbirinden ayrılmasına gönderme yapar.

Bir gün Bartelby hapse düşer. Hapse düştüğünde iş yerinin sahibi / patron Bartelby’i görmeye gelir ve ona kendine iyi bakmasını söyler. Bizim inatçı Bartelby durur mu? Yapıştırır lafı! Pardon, kapatır ağızı. Günlerce yemek yemeyi reddeder ve ölür. Bartelby düzene karşı koyarak ölümü göze almıştır.

Bartelby hem depresif hem de hafif kaçık bir adamdır. Anlatıcı Bartelby’nin hayatına girmeyi başarmış, onun bu sistemde yer almak istemediğini çözmüştür. Bartelby dahil ofiste çalışan herkesin mental ya da fiziksel bir rahatsızlığı vardır. Bu da ofis içerisinde üreticiliğin en düşük seviyede olduğunu gösterir. Hikaye ne kadar gerçekçi olursa olsun romantik yönleri ile öne çıkar. Bartelby için ölüm, yaşamaktan daha stabil bir durumdur. Çünkü yaşarken ölümü daha çok hissedersin hayatında. Wall Street’te, büyük binaların arasında ruhunu hissedemez, sadece var olan sistemin bir parçası olursun.

Bartelby katip olduğu üzre sadece kopyala yapıştır işlemi ile meşguldur bu yüzden hayal gücünü harekete geçirmesine hiçbir neden yoktur. Sadece kopyalar yaratır. Tıpkı bir bilgisayar gibi ona verileni yapmaktadır. Hissettiği sadece makineleşmenin keskin ve demirsi tadıdır. Daha önce de bahsettiğimiz görünmez duvarlar maddesel olarak da karşılarına çıkar. Örneğin kapılar, diğerlerinden daha yüksek patron kürsüleri, masalar. Hepsi karakterlerin uzaklaşmasına neden olan ayırıcı elementlerdir.

Kendi başına itaatsizlik yaratan ve bu yolda ölmeyi göze alan Bartelby yine de sıradan bir katip, bir bilgisayar değildir. Bir Don Quixote bilemediniz Melville’in kendisidir!

The Fall of the House of Usher

21 Çarşamba Kas 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 7 Yorum

Etiketler

Amerikan Kültürü ve Edebiyatı, edgar allan poe, gotik, kimlik karmaşası, madeline, roderick, split identity, the fall of the house of usher


Amerikan Kültürü ve Edebiyatı denildiğinde ilk akla gelen garabetlerden birisidir Edgar Allan Poe. Öncelikle bir garip adamdır tipinden dolayı. Hem kargalara düşkündür. Ölüm ile sık sık dalga geçer. Hep bir karanlıktır anlattığı şeyler. Uçan hayaletler, yıkılan evler, gömülü insanlar. Edgar Allan Poe Gotik Edebiyat’ın Amerika süvarisidir. The Fall of the House of Usher’da da aynı teknikleri ve konsepti kullanmıştır.

The Fall of the House of Usher anlatıcımızın Roderick Usher’dan bir mektup alması ile başlar. Anlatıcımız uzun zamandır görüşmediği arkadaşından mektup aldığı için tedirgin olduğunu belirtir. İlk başta gitmek istemese de kardeşinin ölümünden bahsederek anlatıcıyı evine davet etmiş olur. Anlatıcı yola çıktığında ilk olarak evi uzaktan inceler. Bir garip değişik bir evdir bu. Sanki cinler ve periler tarafından korunmaktadır. Usher ile buluştuklarında anlatıcı Usher’ın kardeşinin öldüğünü öğrenir ve birlikte kardeşini aile mezarına gömerler. Aradan zaman geçer fakat ortalıkta gergin bir hava vardır. Usher çok korkmaktadır, neredeyse keçileri kaçıracaktır. Anlatıcı ona bir hikaye okumaya başlar. Bu okuduğu hikaye ile Usher’ı rahatlabileceğini düşünür fakat hikaye gerçek boyutlara varmaya başlar. Birden kapılar çarpar, her şey yıkılmaya yüz tutar. O anda gömmüş oldukları Madeline’i kapının önünde duruken görürler. Anlatıcı Madeline’i gömdüklerine emindir. Madeline kardeşinin üzerine yürür ve Usher’ın üzerine düşer. O noktada ikisi de ceset olmuşlardır. Anlatıcı da oradan topukları bir tarafına vura vura kaçar. Evi uzaktan izlediğinde ise evin tamamiyle yıkıldığını, o anda ortaya bir insan yüzü çıktığını, daha doğrusu evin bir canlı gibi karakterize edildiğini görür.

Roderick entelektüel ve kitapkurdu bir adamdır fakat en büyük problemi gerçek ile hayal dünyasını birbirinden ayıramamasıdır. Kardeşinin sahip olduğu fiziksel hastalık ile Roderick’in sahip olduğu zihinsel hastalık birbirini tamamlayıcı niteliktedir. Bu kardeşler hem karın bağı ile bağlanmışlardır (ikizlerdir) hem de birbirlerini tamamladıkları için ruhen tamamlamış olurlar.

Kısa hikayede bulabileceğimiz en önemli unsurlar Gotik hikayede bulabildiklerimizdir: perili ev, ürkütücü çevre, nedeni belli olmayan hastalıklar.  Aynı zamanda evin nerede olduğunu da tam belirtemeyiz. Hikaye destekleyici bir açıklama yapılmadan anlatılır. Usherların evinde gerçekleşen değişimden haberdar değilizdir. Poe öyle klostrofobik bir dünya yaratır ki bu dünyada karakterler hareket edemez. Oldukları yerde kalmak zorunda kalırlar. Aynı zamanda Poe’nun yarattığı bu dünyada biz de kendimizi sıkışmış hissederiz. Okurken farkına varmadan gerilir, farklı sonlar bekler hale geliriz.

Split identity olarak anlatabileceğimiz “kimlik karmaşası / ayrışması” The Fall of the House of Usher’ın en önemli noktalarından bir tanesidir. Roderick hafiften sıyırmış bir adamdır. Mental rahatsızlığı onu bu ayrıma götürmüştür.

Madeline ise hem ölü hem canlı bir kadındır. Kardeşi tarafından katatonik bir felç sırasında ölmüş gibi gömülmektedir fakat bir sahne sonra Madeline’i canlı olarak görürüz. Aslına bakarsanız Madeline’in ölü ya da diri olduğu hakkında kesin bir yargıya varmamız mümkün değildir. Aynı şekilde ağabeyinin delilik boyutları da oldukça ilgi çekicidir. Evin yıkılışı ve ortadan kalkışı Roderick’i sembolize eder.

Burada bahsetmediğimiz fakat genel olarak Poe külliyatında bulunan bir diğer tema ise bu hastalıkların kalıtsal olduğudur. Geçmişe dair bilgi vermese de biz bu deliliğin ailenin bir yerinden geldiğini oldukça iyi biliriz.

Poe gizli işlerin adamıdır. Evi bir insan gibi çöktürebilecek yapıdadır. Bu yüzden ev ikiye ayrıldığında Madeline ve Roderick olarak görmek yersiz olmayacaktır.

Young Goodman Brown / Birkaç İyi Adam

20 Salı Kas 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 8 Yorum

Etiketler

adam, allegoric romance, Amerikan Kültürü ve Edebiyatı, dark romance, fatih, garden of eden, nathaniel hawthorne, puritan ahlakı, salem cadıları, young goodman brown, young goodman brown nathaniel hawthorne, şeytan


Young Goodman Brown Nathaniel Hawthorne tarafından yazılmış yüzyıllar boyu üzerinde tartışılan insan içindeki iyilik ve kötülüğün ortaya çıkışını anlatan bir öyküdür. Goodman Brown (isminden de anlayabileceğimiz üzere iyi adamdır bu!) bir sabah karısı Faith’i (tamamen simgeler üzerine kurulmuş bir hikaye olduğu daha ilk sahneden bellidir.) öper ve ben gidiyorum der. Goodman Brown’ın gittiği yer ormandır. Ormanda hareket ettikçe etrafındaki her şeyin karardığını ve bir sis tabakası tarafından çevrildiğini görür. Karşısına şeytan çıkar ve çok iyi bildiği, sevmekten vazgeçmeyeceği insanların en çirkin taraflarını gösterir. Bunun sonucunda Goodman “Vay benim başıma gelenler.” der. Bir anda ortalık sakinleşir, Goodman aydınlanmış bir şekilde evine döner. Onu merak eden karısı ile bir daha konuşmaz. Çevresindeki insanlara küsmüştür.

Goodman Brown tüm ailesinin iyi insanlardan oluştuğunu düşünmektedir. Hatta adı Faith olan ve masumiyetin simgesi olarak pembe kurdele takan karısı bile artık eskisi gibi değildir gerçekleri gördükten sonra. Geçmişten gelen kiri görmüş, geçmişi ile yüzleşmiştir Goodman. Tam bir Hristiyan olan ve insanların iyiliğine inanan Brown’da artık bir şeyler eksiktir. Çevresindeki insanlar iyilikten şeytanlığa dönüşmüşlerdir. Aynı zamanda Goodman insanların içindeki kötülüğü anlamayı başarmış bir adamdır. İçindeki gerçeği görme isteği ile Garden of Eden’da elmaya yeltenen Adam gibidir. Gerçeği merak etmeye devam eder. Bir kez merak yoluna girmiştir ve geri dönüşü olmayacaktır.

Faith, evi ve Puritan yaşamı temsil etmektedir. Goodman karısına sonsuz derecede inanır ve güvenir fakat şeytanın gösterdikleri karşısında en iyi tanıdığına inandığı kişiyi bile tanımadığını anlamış olur. Artık çevresinde karısına bile güvenemeyeceğini görür çünkü karısı da en az diğerleri kadar bozulmuş bir yapıya sahiptir. Gerçek bir Puritan olamayacaktır ve Goodman’in saf sevgisini ve saygısını hak etmemektedir. Goodman Brown’ın ormanda karşılaştığı kişi yani şeytan Brown’a normal insan formunda görümüştür. Aslına bakarsanız Brown’ın yaşadığının gerçek ya da hayal olduğu konusunda tam emin değilizdir ve yine dikkatli bakarsak şeytanın bir varlıktan çok kötülüklerin, insan iç yaşamının bir yansıması olduğunun farkına varırız.

Goodman Brown’ın içinde bulunduğu o isli puslu hava Puritanların geçmişini sembolize etmektedir. Bildiğimiz üzere Puritanlar tolerans oranı sıfır olan insanlardır. Salem’deki cadıları canlı canlı yakmışlar ve aslında günahla dolulardır. Hawthorne yarattığı bu kapalı hava ile Amerikan tarihinin o kara haline de gönderme yapmaktadır.

İnsan doğasındaki iyi ve kötü ayrımının ortaya çıktığı, masumiyetin kaçınılmaz bir şekilde yok olacağının, toplumdaki ahlaki bozukluğun hikayesidir Young Goodman Brown. Allegoric Romance ve Dark Romance olarak adlandırabilir hikayenin türünü. Allegoric Romance’te doğaüstü olaylar gerçekçi bir atmosferde verilir. Bulunulan mekanın oldukça önemi vardır. Örneğin Young Goodman Brown’da bir orman olmasına rağmen ortaya çıkan insan kılıklı şeytan ve sisli hava görülür. Hayatın kötü tarafı gecenin karanlığı ile sembolize edilir. Hikayenin Allegoric Romance etkisi ile anlarız ki şeytan insanın ayrılmayan bir parçasıdır. Bu parçanın görülmemesi için örneğin Faith kocasına gitmemesini söyler hikayenin başında. Şeytani tarafınızı gördüğünüzde hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır çünkü.

Vişne Bahçesi / Geçmişe Tutunuş

19 Pazartesi Kas 2012

Posted by Öznur Doğan in Sanat, resim, tiyatro

≈ Yorum bırakın

Etiketler

ali ağaoğlu, anton çehov, engin alkan, Ferhan Şensoy, ferhangi şeyler, kağıthane kültür merkezi, lopahin, ranevskaya, rusya, sadabad sahnesi, vişne bahçesi, volga nehri, şehir tiyatroları


2012-2013 tiyatro sezonunu Ferhan Şensoy Ferhangi Şeyler ile açmış birisi olarak araya bir ay koyup Şehir Tiyatroları ile devam etmek oldukça lezzetli bir adım oldu. İlk durağım bu sene Vişne Bahçesi oldu. Lise yıllarından bu yana Anton Çehov ile bütünleşmiş bu eseri izlemek heyecan verici bir deneyim olacaktı evet. Martı’yı daha önce okumuş ve yazmıştım hatta burada. Şimdi Vişne Bahçesi’ni özellikle izledikten sonra yazabilmek benim için güzel bir duygu.

Sadabah Sahnesi’nde izleme fırsatını bulduğum Vişne Bahçesi’nden çıktığımda tam anlamı ile huzur ile dolmuştum. Sadece huzur değil müthiş bir gerginlik de söz konusuydu vücudumda. Neden böyle olduğunu şimdi sırayla size anlatıyorum.

İlk olarak gerçek bir yazar olduğunu bize her gün bir kez daha kanıtlayan Anton Çehov var ortada. Maslak 1453 ile hayatımızda yükseliş yapan Ali Ağaoğlu’nu bugün Lopahin karakteri içerisinde bulduk. Vişne Bahçesi’ni satın aldıktan sonra baltadan geçirmeye karar veren bir adam söz konusu. Ne kadar garip değil mi insan barbarlığının yüzyıllar boyunca aynı kalmış olması? Anton Çehov’un gördüğü insan portresi ile günümüzdeki insan portresinin aynı olması. İşte ilk saniyede Anton’un zamanötesi olduğunu görmüştük. Tabii ki devamı gelecekti.

Zenginliğini saçarak bitirmiş, bundan da hiç ders almamış bir kadın olan Andreyevna Ranevskaya Dostoyevski’nin Kumarbaz’ından çıkmış gibiydi sanki. Hatta biraz daha geriye gidersek Fransız Devrimi öncesinde yaşayan bir düşes olabilirdi layıkıyla. Sahip olduğu değerlerden uzaklaşmak istemeyen, yeni gelen hayat şartlarına ayak uydurmakta direten bir kadın Andreyevna. Etrafında onu hoş tutacak dostlara ihtiyacı var çünkü birey olarak sahip olduğu tek şey parası. Sevdiği adamın karşısında güçsüz ve zaaf dolu bir kadın. Para onun gözünde önemsiz bir kağıt, bilemediniz metal parçası. Yine de bu para uğruna kaybedeceği sadece çocukluğu değil geleceği de olacaktır.

Oyun boyunca sadece bir ailenin çöküşüne değil aynı zamanda Rusya’nın çöküşüne de tanık oluyoruz. Zenginlerin artık zenginliklerini kaybettikleri, köleliğin ortadan kalktığı ve köylülerin para kazanarak zenginler ile yer değiştirdiği o döneme dönüyoruz. Rusya’yı bekleyen daimi çöküşün habercisi olan bu sahnelerde aslında sadece Rusya’yı değil, dünya üzerindeki her ülkeyi görüyoruz. Yıkılan burjvaziler, yerine geçen yeni soylular, zenginler ile fakirlerin arasında açılan büyük uçurumlar, geçmişten gelen hırslar ve geçmişe tutunmaya çalışmalar.

Çehov’un yazdığı bu eserde ve Engin Alkan’ın yönettiği oyunda her bir dakika neredeyse farklı bir imge ile doluydu. Örneğin Lopahin’in diğerlerinden farklı ve renkli giyinmesi. Ranevskaya ve etrafındaki herkesin tek bir terziden çıkmış, Avrupa kokan kıyafetlerine ve gösteriş düşkünlüklerine karşılık Lopahin’in daha günlük, daha doğrusu daha çağına uygun giyinmesi. Aynı şekilde herkesin İngiliz soyluları gibi bembeyaz görünmeye çalışmaları, daha da Rus olmaya çalışmaları karşısında Lopahin’in kendi rengindeki cildi. Göstermekten utanmadığı köylülüğüne karşılık aristokrasinin daima göstermeye çabaladığı şıklığı.

Vişne Bahçesi’nin sadece bir bahçe değil de aynı zamanda bir ailenin, aristokrasinin gösteriş düşkünlüğünü temsili. Bunu satın alan Lopahin’in aristokrasi zincirlerini kırması, ailesinin kölelikten gelmesine rağmen bu bahçeyi satın alarak tüm geçmişini de satın aldığını hissetmesi. Aslına bakarsanız Frederick Douglass’ın bir köleden aktiviste dönüşmesinin hikayesine çok benzemekte.

Devrimin yaklaştığının çağrısını veren gençlerin sahneye girdiği anda üç farklı zamanın bir araya gelmesi; geçmişin izinde yaşayan aristokratlar, anı fırsat bilen yeni zenginler ve geleceğin değişeceğine inanan devrimciler.

Firs’ün eğitiliş ve hayatını geçiriş tarzı üzerine son sahnede dahi efendisini üzdüğü için üzülmesi ve kendini suçlu bulması.

Charlotta Ivanova’nın melankolik ve  bir o kadar farklı yapısı. Alman mürebbiyeler tarafından yetiştirilen küçük bir çocuk, büyüdüğünde Alman mürebbiyeye dönüşür. Bu noktada Çehov yaşatılanların yaşanılanlara döneceğinin sinyalini verir.

Anya ve Varya’nın arasındaki fark. Evlatlık çocuk ve öz evlat arasındaki o belirsiz fakat daima can yakan bağ. Aynı zamanda Varya’nın daha içine kapanık bir kadın olması, Anya’nın ise aşkını ulu orta yaşayabilmesi.

Yasha’nın Avrupa gezisinden sonra tamamen bir kimlik değişikliğine gitmesi. Genç nesilin köklerinden çok hızlı bir şekilde kopmaya hazır olması.

Fakat beni en çok etkileyen ve hatta ağlatan sahne olarak Ranevskaya’nın 7 yaşında Volga Nehri’nde ölen oğlu için Peter’i gördükten sonra isterik bir şekilde krize girmesi. Bu sadece bir annenin çocuğunu gömmesi değil bu aynı zamanda Rusya’nın geleceğini Volga Nehri’ne bırakması, bir ailenin erkek oğul olarak kurtarıcısının / yöneticisinin yitip gitmesi, aynı zamanda bir annenin daima sevgilisi olmaya hazır oğlunun yok olmasıdır. Bu noktadan sonra Ranevskaya hiçbir zaman için tam bir kadın olamayacaktır.

Vişne Bahçesi her yanı ile hem günümüze hem de aşikar ki geleceğimize hitap eden bir oyun. Aslına bakarsanız son olarak söylemek istediğim bir şey var. Anton Çehov’un öne çıkarmak istediği nokta Vişne Bahçesi’nin bir gösteriş unsuru olduğu. Aristokrat ailelerin hiç ilgilenmese bile onları temsil ettiğini düşündüğü bahçelerin onlara kendilerini iyi hissettirdiği. Fakat soruyorum, siz o toplumun o zengin yaşantının içine doğsaydınız ve para harcamak sizin için bir lüks olmasaydı Ranevskaya gibi o evin içinde 5 dakika daha oturabilmek için kendinize bahane aramaz mıydınız? Ben burada köklerinden koparılmak zorunda bırakılmış bir aileyi / bir kadını da görüyorum. Ne yazık ki köklerinden koparılmak zorunda kalanlar hep daha savunmasız, hep daha zayıf olacaklardır.

Ben bu kadar çok anlattıktan sonra oyunu izlememek büyük ayıp olur. Rica ediyorum gidiniz, izleyiniz. Anton Çehov’un büyüsünü Engin Alkan yönetmenliği ile yaşayınız.

← Older posts

Abone Ol

  • Entries (RSS)
  • Comments (RSS)

Arşivler

  • Eylül 2017
  • Ağustos 2014
  • Şubat 2014
  • Kasım 2013
  • Temmuz 2013
  • Haziran 2013
  • Mayıs 2013
  • Nisan 2013
  • Mart 2013
  • Şubat 2013
  • Ocak 2013
  • Aralık 2012
  • Kasım 2012
  • Ekim 2012
  • Eylül 2012
  • Ağustos 2012
  • Temmuz 2012
  • Haziran 2012
  • Mayıs 2012
  • Nisan 2012
  • Mart 2012
  • Şubat 2012
  • Ocak 2012

Kategoriler

  • Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım
  • Filmler, sinema, film inceleme
  • Güncel, gündem, medya
  • Sanat, resim, tiyatro
  • Seyahat, mekanlar, hatıralar

Meta

  • Kayıt Ol
  • Giriş

WordPress.com ile Oluşturulan Web Sitesi.

Gizlilik ve Çerezler: Bu sitede çerez kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek bunların kullanımını kabul edersiniz.
Çerezlerin nasıl kontrol edileceği dahil, daha fazla bilgi edinmek için buraya bakın: Çerez Politikası
  • Takip Et Takip Ediliyor
    • Öznur Doğan
    • Diğer 123 takipçiye katılın
    • WordPress.com hesabınız var mı? Şimdi oturum açın.
    • Öznur Doğan
    • Özelleştir
    • Takip Et Takip Ediliyor
    • Kaydolun
    • Giriş
    • Bu içeriği rapor et
    • Siteyi Okuyucuda görüntüle
    • Abonelikleri Yönet
    • Bu şeridi gizle
 

Yorumlar Yükleniyor...