• BEN KİMİM? / NEDEN YAZIYORUM?
  • SİZDEN GELENLER
  • Copyleft

Öznur Doğan

~ La beaute est dans la rue!

Öznur Doğan

Monthly Archives: Eylül 2012

Fracture – Bir Akıllı Adam Filmi

28 Cuma Eyl 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

anthony hopkins, ftacture, ryan gosling, ted crawford, willy beachum


Aklın ve hinliğin kol gezdiği filmlerin hastasıyım. Bunlardan bir tanesi de neden bu kadar geç izledim dediğim Fracture. Yaşlı bir adam, oldukça zengin. Kendi karısını öldürür ve hikaye başlar. Hikayenin böyle başlaması bende ilk başta bir huylanma yaratmıştı. E öldürdü kadını daha yeni başladı film diye. Fakat iş ondan sonra güzelleşiyor. Bu yaşlı kurt, keskin bir zekaya sahip. Bu yüzden onu sorgulayacak olanlara pabuç bırakmaya niyeti yok. Bildiğiniz deli. Deli değil, akıllı. Ryan Gosling ise adabı ile yükselen bir avukat. Hopkins abimizin avukatlığını üstleniyor filmde ve eğlence başlıyor.

Bir suçluya duyabileceğiniz sempatinin filmi bu aslında. Adam suçlu, bunu biliyorsunuz fakat siz hala it gibi onu tutmaya çalışıyor, hapse atılmasın diye dua ediyorsunuz. Kendine güvenen bu deli adamın cümleleri sizde bir uyanış yaratıyor. Daha doğrusu bir tahrik söz konusu. Garip bir şekilde haz alıyorsunuz onun tasladığı büyüklükten. En azından benim için böyle bir durum geçerliydi.

Willy Beachum: I’m not going to play any games with you. 
Ted Crawford: I’m afraid you have to old sport. 

Kendi oyununu yaratan bir adam Ted Crawford. Satranç oynar gibi her bir parçayı düşünüp hareket ediyor. Bu yüzden de filmin sonuna kadar hiçbir açığı ortaya çıkmıyor. Kendisini avukatından daha iyi savunabilecek bilgiye sahip.

Fracture

Willy Beachum: Did Mr. Crawford seem confused, intoxicated, or impaired in any way? 
Lt. Robert Nunally: No, not at all. He knew exactly what was going on. 
Willy Beachum: Detective Nunally, what did Mr. Crawford say? 
Lt. Robert Nunally: He said: ‘It was like I just suddenly snapped. I got the gun and I shot my wife. I shot her in the head’ 
Ted Crawford: [whispering into the air with his head leaned back] Objection. 
Judge Robinson: I’m sorry, Mr. Crawford, did you say something? 
Ted Crawford: Yes, I wish to object. 
Judge Robinson: On what grounds? 
Ted Crawford: [getting up] I don’t know… 
Willy Beachum: Your honor… 
Ted Crawford: Um, I don’t know what, uh, you’d call it, but, uh, they… It wasn’t the first time it happened either… but, um. I, um, I don’t know the, uh, legal terminology. 
Judge Robinson: Well, why don’t you try to explain it in layman’s terms. 
Ted Crawford: Um… fucking the victim. 
Ted Crawford: [following uproar in court] Well, you said layman’s terms! 
Willy Beachum: Your honor! 
Ted Crawford: I’m sorry, your honor, but what would you call it, legally, when the officer who arrested you was having sexual intercourse with your wife? You know, I think it’s objectionable. It’s rather disgusting is what I think, but uh… I dunno; maybe I’m wrong!” 

Hal böyle olunca film bitmesin, hinlik hinliği kovalasın istiyorsunuz. Film bitiyor, ağzınızda yamuk bir gülümseme, oh diyorsunuz. Bu da geçti.

Fracture Trailer

Arkadaş (Mihail) – Panait İstrati

25 Salı Eyl 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 2 Yorum

Etiketler

adrien, arkadaş inceleme, arkkadaş, küçük şeylerin tanrısı, kitap inceleme, mihail, panait istrati, petrov, pofpof, sanatta bireyin doğuşu


Uzun zaman sonra içimde huzursuzluk yaratan kitaptır. Çekiliş ile kitap okumaya başladığımdan bu yana her şey çok güzel gidiyordu. Önce Küçük Şeylerin Tanrısı çıktı şansıma. Sonra da Arkadaş. Tamam dedim, başlıyorum ve bitireceğim! Fakat bu kitap beni bitirdi.

Biliyorum ki Panait’in bireysel görüşlerine en yakın olan kitap bu kitap. Biliyorum ki Yaşar Nabi bu kitabı çevirirken oldukça iyi hissediyor, mutlu mutlu çeviriyordu. Yine de değişen dost kavramından ötürü, değişen sanattan ötürü Arkadaş beni tatmin etmedi. Tabii ki mutlaka dikkate alınması gereken cümleler var içinde. Örneğin:

-Olmaz anne! derdi Adrien. İnsan hem Tanrıya hem şeytana tapamaz. 

Ya da:

Gönülleri dostluk ateşi ile tutuşanlara ne mutlu. Yalnızlığı daha az öldürücü ve hayatı katlanılır bir hale getiren yalnız odur.

En sevdiğim ve üzerini hafif bir karalama yöntemi ile ölümsüzleştirdiğim sözler bunlar. Büyük bir dostluk arayışı içinde olan Adrien ile iki farklı dostluk yaşatan iki adam, Mihail ve Petrov.

Adrien bizim bildiğimiz sanatçı kıvamında bir adam. Berduş, gezmeyi seviyor okumayı seviyor. Hayatın anlamını keşfetmeye, gerçek bir dostluğu bulmaya çalışan bir çocuk. Genç mi genç. Bu yüzden ateşli ve hızlı. Mihail ise kendi duvarlarını örmüş, hayatını gizleyen ve dostluğun derin izlerine taşıyan bir adam. Bu genç adam karşısında yapabileceği tüm çekingenliği yaparak ve ilk başta ondan uzak durarak onu sınıyor, gelişmesinde ve büyümesinde yardımcı oluyor.

Mihail ve Petrov Adrien’in gelişiminde önemli iki basamak. Petrov Adrien’in dostluğu için can atarken Adrien de Mihail için ölüp bitiyor. Dostluk dostluk diye nicesine sarılmadan, bu iki adama tutunup gelişmek istiyor Adrien. Yine de kitap boyunca Mihail’in daimi muhalif tutumu, uzaklaşmacı yanı beni rahatsız etti. Anlattığı kendi hikayesinde ona acıyan bir kadının ardından ilk anda gurur yaptığı fakat sonrasında onun dostu olmak için çabaladığını görünce onun da birilerinin peşinden koştuğunu kolayca görüyoruz. Bu açıdan ilk başta Adrien’e katı davranmasının tek açıklaması kaçan kovalanır olmasıdır bana göre.

Biliyoruz ki yanına çekirge diye aldıkları çocukları olgun birer düşünüre, savaşçıya çeviren adamlar evet serttirler fakat kaçmazlar. Mihail yaşadıklarının ağırlığını tek başına taşıdığını iddia eden fakat yükünü başkalarına yüklemekten çekinmeyen bir adamdır. Mutsuzluk ardındaki dostluğun daha kıymetli olduğunu, savaştan sonra gelen barışın daha yep olduğunu düşünür.

Adrien saf duygular ile bağlıdır halbuki. Ölüm döşeğinde Mihail diye sayıklayacak kadar. Çünkü Adrien en başında böyle bir dostun yaşadığı topraklar içerisinde varlığından bile haberdar değildir. Sadece düşünür ve umar. Bu dostluk ihtiyacını birisinden görmemiştir, okuduğu kitaplar ile hayal eder hale gelmiştir. Mihail’i gördükten sonra yaptığı her şey ise yıllar sonra yemek bulmuş bir açın yaptıklarından farksızdır. Bu noktada Mihail’in yapması gereken bu aç insana daha ilk gördüğü anda görgü kurallarını öğretmek değildir.

Biliyoruz ki herkesin bir hikayesi vardır, herkes kendisinin haklı olduğu hikayeleri daha çok sever. Düşünürsek yaşadıkları ile övünecek milyonlarca insan, sefaletten kurtulma hikayelerini böbürlenerek anlatan binlerce adam vardır. Yine aynı şekilde sefaleti ile övünecekler de söz konusu. Petrov’un gerçek bir benmerkezci olduğunu düşünürsek (ki buna da tam olarak inanmak istemiyorum fakat Mihail’in bu konuda da fikri böyle) Mihail’in de ondan pek farklı yanı yoktur.

Başkaları olmadan mutlu olan Mihail, kitapları ile bir fırıncıda çalışmayın seçen Mihail, ona ortak olmak isteyenlere kolayca geçiş hakkı tanımamıştır. Halbuki ben de en az Adrien gibi yaşamın paylaşılarak güzelleşebileceğini düşünmekteyim.

İlk İstrait deneyimim olan Arkadaş, beni hayal kırıklığına uğrattı. Ardından kura çektim ve Sanatta Bireyin Doğuşu çıktı. Vira bismillah.

Finding Neverland / Peter Pan’in Peşinde

25 Salı Eyl 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

captain hook, dustin hoffman, finding neverland, j m barrie, johnny depp, kate winslet, peter pan


Ağlamaktan için dışına çıksın, gözlerim şişsin, işlediğimiz tüm Metin İnceleme derslerini düşüneyim örneğin. Sonra Peter Pan’in peşinden koşasım gelsin benim de ve onunla birlikte Neverland’e gideyim.

Peter Pan’i ders olarak işleyebilen şanslı insanlardan bir tanesiyim ben. Metin İnceleme dersinde Peter Pan’in küçüklüğünden tutun da Captain Hook’a, deniz kızlarına ve perilere kadar…

Doğuştan sahip olduğumuz doğaya karışma içgüdümüz, bizi bırakmayan sürekli merak halimiz ve çocukluğumuzdan vazgeçemeyişimiz. Doğaya en yakın olduğumu dönemdir çünkü çocukluk. Daha sonra büyür, komşular ne der diye düşünmeye başlarız. Aynı masada birbirimize bakmadan yemek yemeyi marifet sayar, büyüklerin daima elinden öperiz. Hatta pek çokları babasının yanında bacak bacak üstüne atmadığı için kendisini çok önemli birisi sayar.  Saygı ölçütü olarak hareketleri baz almıştır çünkü, fikirleri değil.

Finding Neverland, umduğunuz mutluluğu bulduğunuz bir film. Hayallerin peşinden gitmenin filmi aslında. Bize öğretilen hayallerden uzaklaşmanın yerine pencereden uçup gidebilen çocukların, Peter Pan ile arkadaş olabilenlerin ve hatta Hook’a karşı savaşabilenlerin hikayesi. Hayatın materyalistliğinde düşünmeye vakit ayırabilenlerin naif filmi Findig Neverland. Sulu zırtlak bir insan olduğum için ve duygusal filmleri sevdiğim için Finding Neverland’i seviyorum bence.

Peter Pan’in yazarı J.M. Barrie ve onu Peter Pan’i yazmaya karar verişi var filmde. Yaşananlar mı edebiyata ilham verir yoksa edebiyat mı bizi yaşama yönlendirir sorusunu kendinize ne zamandır soruyorsunuz ya da hiç sordunuz mu bilmiyorum fakat bana biraz karışık geliyor bu sorunun cevabı. Emin olamıyorum, insan zihninin ve hayallerinin nereden öykündüğünü, gerçeği ise nasıl yaşamak istediğine karar verdiğini.

Adınıza bir kitap yazılsın ister miydiniz? Peter ister mi istemez mi tam emin olamıyor yine de Barrie onu yazıyor. Johnny Depp’in oynadığı Barrie karakteri bana en canlı, tatlı edebiyatçıyı tanıtıyor. Sanki diğer tüm yazarlar bir maskenin arkasına saklanıyorlar, siyah beyaz fotoğraflarında onları anlamamamızı istiyorlar. Barrie öyle değil, filmlerde anlatılıyor, hem de onu Depp canlandırıyor. Bir filmi severseniz o dünyanın en güzel filmidir. :p 😀 Tamam şaka yapıyorum. Bu filmi severseniz dünyanın şanslı birilerinden olabilirsiniz.

finding-neverland-izle

“Peter Llewelyn Davies: This is absurd. It’s just a dog. 
J.M. Barrie: Just a dog? *Just*? 
[to Porthos] 
J.M. Barrie: Porthos, don’t listen! 
[to Peter] 
J.M. Barrie: Porthos dreams of being a bear, and you want to shatter those dreams by saying he’s *just* a dog? What a horrible candle-snuffing word. That’s like saying, “He can’t climb that mountain, he’s just a man”, or “That’s not a diamond, it’s just a rock.” Just. “

Bu yüzden filmin replikleri ile size derdimi anlatabileceğime inanıyorum. Tabii spoilerın da alasını vermiş oluyorum. Yine de anlatacağım şeyler filmden başka şeyler olmayacak. Seviyorum, sadece seviyorum.

“Peter Pan: Do you believe in fairies? Say quick that you believe. If you believe, clap your hands! “

“J.M. Barrie: It seems to me that Peter’s trying to grow up too fast. I imagine he thinks that grown-ups don’t hurt as deeply as children do when they… when they lose someone. I lost my older brother David when I was just Peter’s age, and it nearly destroyed my mother. 
Sylvia Llewelyn Davies: James, I’m so sorry. Your poor mother. I can’t imagine losing a child. 
J.M. Barrie: She didn’t get out of bed for months, she wouldn’t eat. I tried everything to make her happy but she only wanted David. So one day I dressed myself in David’s clothing and I went to her. 
Sylvia Llewelyn Davies: You must have frightened her to death. 
J.M. Barrie: I think it was the first time she ever actually looked at me, and that was the end of the boy James. I used to say to myself he’d gone to Neverland. 
Sylvia Llewelyn Davies: Where? 
J.M. Barrie: Neverland. It’s a wonderful place… I’ve not spoken about this before to anyone- ever. 
Sylvia Llewelyn Davies: What’s it like, Neverland? 
J.M. Barrie: One day I’ll take you there. “

“J.M. Barrie: Write about your family, Write about the talking Whale. 
Peter Llewelyn Davies: What Whale? 
J.M. Barrie: The one that is trapped in your imagination, desperate to get out. “

Finding Neverland Trailer

Hızlı ve Öfkeli / Tam Teşekküllü Gaz Filmler

24 Pazartesi Eyl 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

2 fas 2 furious, audi tt, eva mendes, fast and furious, fast five, honda cbr 600, michelle rodriguez, midtown madness, need for speed, paul walker, the fast and the furious, the rock, tokyo drift, vin diesel


fast-and-furious-hizli-ve-ofkeli-izle
Sanıyorum ki etrafımda benim gibi hız tutkunu yüzlerce kişi bulabilirim. Araba ile çılgın gibi hız yapmayı, makas atmayı seven adamlar ve kadınlar oldukça fazla. Şimdiye kadar bir araba ile hız yapmışlığım yok tabii fakat içinde bulunmuşluğum olduğundan adrenalini de yaşamış olduğumdan dolayı bir gaz bir haz söz konusu. Araba ile hız yapmak iyi güzel de diyor bünyem, bir motosiklet değil. Honda CBR 600 ile hız ve gaz bir şekilde hız yaptığımızda kuzenle ve o her frene bastığında birbirine bağladığım ellerim depoya değerken (çürürken) motordan indiğimde dizlerim titriyordu, sesim çatallanıyordu. Ben yine binmek istedim o motora. Ve bindim!

Hızlı ve Öfkeli serisi biricik abimin bana aşıladığı tek film serisi diyebilirim. O dönemler Need For Speed, Midtown Madness gibi oyunlar da oynuyoruz, hatta bana göre bir oyun da indirmiş adı ReVolt, küçücük araçları yarıştırıyorum. Bilgisayar masasının sağında solunda araba posterleri asılı. Ben en çok Audi TT’yi beğeniyorum. Tabii o zamanlar henüz motosiklet ile bir tanışmışlığım yok. Her şey araba üzerine ve oldukça güzel. Haritalarda dolanıp duruyorum, abimin kırdığı rekorları kırmaya çalışıyor ama yapamıyorum. Ben de daha fazla ReVolt’a sardırıyorum. Hem ReVolt daha hızlı ve daha zor kontrol edilebiliyor.

Bir genconun büyüyüş süresine denk geliyor Hızlı ve Öfkeli’nin 5 filmi de. 2001’de başlayan macera 2011’de son buluyor. Aslında bildiğimiz üzere 6.sı da gelecek bu serinin. Gelsin efendim, biz gene gaza gelir filmleri izledikten sonra “İçsek mi ne yapsak? Dışarı mı çıksak yahu?” deriz. Altımızda NOS’lu moslu arabalar da yok. Otobüsle nereye kadar Hızlı ve Öfkeli olabilirim ki?

Olay kurgusu ile uzatılmış görünse de ki aslında biraz da öyledir, Hızlı ve Öfkeli gençlerin kanına kanına hitap eden filmler bütünü oluyor. İlk olarak güzel modifiye araçlar, beygirleri bildiğiniz at olmuş motorlar, güzel kadınlar, güzel memeler ve yakışıklı adamlar var. Evet, bu yakışıklı adamları kendim için söyledim. Sarışın ve mavi gözlü sevene Paul Walker, kel ve kaslı sevene Vin Diesel, Rock falan var. Uuu beybi. Tamam kabul, kelleri ben seviyorum. Ne yapalım arkadaşım, yapımız bu.

Hızlı ve Öfkeli’nin insanı mutlu eden kısımları tamamen bir aksiyon ve hız üzerine kurulmuş olması. Yaşanılan aşklar maşklar benzini, dizeli oluyor filmin. Her seferinde başka bir yerde yaşanması, arada karakterlerin değişmesi de olayı taze tutuyor. Yine de…. Yine de her seferinde neden bizim bıçkın delikanlılarımız herkesi alt ediyor? Tamam anladık, Fast Five’sınız, 2 Fast and 2 Furious’sınız, Tokyo Drift’siniz. Ne bileyim, bayağı bayağı güzel çocuklar ve adamlarsınız. Her seferinde neden kazanırsınız?

Şimdiye kadar izlediğim ve mutlulukla, dizlerimin titremesi ile it gibi sırıttığım Hızlı ve Öfkeli serisinin 2013 ayağında hazin son bekliyorum. Ters köşe yapılması gereken bir son bizi beklesin istiyorum. Hiç beklemeyelim biz, kazanacak gibi olsunlar yine.

Rica ediyorum gerçekçilik ile aksiyon ruhunu son filmde bir araya getirelim. Allak bullak olalım, “Nasıl kazanamadılar beee!” diye bağıralım gerekirse ama kötülerin kazanmasına izin verelim. Çünkü bu hayatta hep yanında olduklarımız kazanmıyor.

Fast And Furious – Hızlı ve Öfkeli Trailer

Küçük Şeylerin Tanrısı / Büyük İşlerin Tanrısı

23 Pazar Eyl 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

ammu, kast, küçük şeylerin tanrısı, küçük şeylerin tanrısı inceleme, kitap inceleme, the god of small things


Küçükken anlamayıp laf attığım kitaplardan, o bahtsızlardan birisidir Küçük Şeylerin Tanrısı. Sanıyorum ki konserve fabrikasının anlatıldığı bölüme kadar gelip anlamayıp bırakmışlığım hem küçüklüğümdendi. Sonra karar verdim, sırada duran kitapları kura ile okuyacaktık. İlk çekiliş sonucu Küçük Şeylerin Tanrısı çıktı. Başladım okumaya.

Küçük Şeylerin Tanrısı olmak ne kadar kolay olabilir diye araştırmaya daldım. İsim nereden geliyordu kitapta? Küçük ikiz kardeşlerden mi Sophie’den mi Ammu’dan mı? Kimdendi? Yoksa Velutha mı?

Upuzun bir yolculuğa çıkıp sorularım ile devam ederken kardeşlerin birbirine bağlılık derecesini, zor bir hayatta doğan çocukların yaşadıkları ve maruz kaldıkları acıları, annelerinin sanrılarını, kuzenlerinin yabansılığını, pedofilinin gerçekliğini, kast sisteminin yıkıcı ve yıkılması gereken sertliğini… Hepsini gördüm sırasıyla.

Aşk dolu bir kadın olabilirsiniz, eğer iki çocuğunuz yoksa, eğer sizden daha düşük bir adamı sevmezseniz.

Kardeşinize belirli bir sevgi kıstası ile yaklaşabilirsiniz, eğer ensest yoksa, eğer aklınızda onunla birlikte olmak yoksa ve eğer ailenizde bunlar yoksa.

Yurtdışına çıkmak iyi gelir sanabilirsiniz, eğer kızınız oracıkta ölmezse, eşinizin ölümü üzerine katılmazsa.

Kitap boyunca umut ve umutsuzluk, mutluluk ve mutsuzluk arasında gidip geldim sürekli. İki minik ikiz kardeşin birbiriyle uyumları, kelimeleri tersten okumaları, kendilerine garip lakaplar takmaları ve masumca sevgiyi ölçüp biçmeleri.

Ardından sertliği ile karşımda duran Hindistan’ın sistemleri, Dokunulabilirler ve Dokunulamazlar. Kanı donduran sahneler, büyüklerin dünyasındaki büyük suçmalamalar. Ölümüne atılan dayaklar, ölümlerden sorumlu tutulan kişiler…

Küçük şeylerin tanrısı olmak hep daha kolay bu yüzden. Büyük insanların, büyük egoların ve büyük işlerin ardında durmakk, devamlılığını sağlamak, yapabiliyorum demek hep daha zordur çünkü.

Henüz bitirdiğim kitapta yaşanamayanları gördükçe hayatıma bakmam, yaşayabildiklerim ve diğerlerine pay çıkarmam, nasıl desem, nelerin tanrıçası olsam bilemedim. Üzerimde bir hüzün, zaten Sophie Mol da öldü. Zaten Velutha da öldü. Zaten Ammu delirecek ölecekti. Zaten Mamachi her akşam Papachi’den dayak yiyordu.

Üzülüyorum.

Equilibrium / İsyan / Korku Ütopyaları

22 Cumartesi Eyl 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ 2 Yorum

Etiketler

christian bale, distopya, distopya nedir, equilibrium, filmlerde distopya, isyan, john preston


 

Ütopyalar ile ilk defa lisede karşılaştım. Mis gibi ütopyaların yanında bir de korku ütopyaları olduğu öğrendiğimde ise aklım karışmıştı. Bir kere ütopya işte, adı üzerinde. Yaşayamadığın bir şeyi yaşamak isteyeceksin. Neden böyle oluyor ki? Sonra işin içine insan egoları, çıkarları ve açıklamaları girmeye başlayınca anladım korku ütopyaların nedenlerini. İnsan olarak hiçbir zaman masum olamayacağımız içindi tüm ütopyaların başlangıcı. En güzel ütopyanın bile bozulma riski vardı. Bu yüzden asla gerçek hayata geçirilemez şeylerdi onlar. Biz insanlar temiz ütopyaları benliklerimiz ile kirletmeye çok hazırız.

Filmlere dair yazılarımı okuyanlar benim Christian Bale ve Evan McGroger hayranı olduğumu anlarlar hemen. Bu filmde tarafsız olamayacağım aslında. Konu itibari ile bahsettiğim korku ütopyası üzerine kurulmuş bir film. 1984 ve diğerleri gibi ortada daima izlenme durumu var. Kral ve adamları tarafından izleniyorsunuz, her gün almanız gereken hapları almamak istediğinizde ise öldürülüyorsunuz. Alınan bu haplar sizi tamamen duygulardan arındıran, sadece aklınız ile hareket etmenize ve itaat etmenize yarayan  haplar. Bir nevi uyuşturucu. Aynı zamanda herkes birer patriot. Yaşadıkları yere, kurallarına kökten bağlılar. Daha doğrusu bağlı olmak zorundalar.

Korku ütopyası yaratmanın en mantıklı yollarından birisine değinmiş oluyorlar bu noktada. Duyguların ruh ile bağlantısını hatırlarsak ruhu çekilmiş insanların itaat etmeye daha meyilli olduğunu görüyoruz. Bu yüzden birlikte çalıştığınız adam bile eğer sizi asi olarak görüyorsa ya da bir isyan üzere buluyorsa sizi, öldürmeye çalışıyor hatta en büyük düşmanınız oluyor.

equilibrium-christian-bale-sean-bean-izle

Kocaman ekranlarda daima bir adam var, bir yönetici. Aslında kime karşı savaştığınızı ve kim tarafından yönetildiğinizi de bilmek imkansız. Hal böyle iken insan da bir yandan oldukça artist olmasına rağmen “consume obey die” ilkesi ile hareket ediyor. İlla birileri çıkmalı tabii aralarından. Bu da olsa olsa Christian olur!

Oyunculuk konusunda biraz endişeliyim fakat. Christian’ın bu rolü bana fazla şişirilmiş geldi. Taraflı da olmak istiyorum bir yandan. İşin ucunda Christian var. Bu rolü aynı soğukluk ve şişirme ile bir de Keanu Reeves yapabilirdi gibime geliyor.

“Mary: Let me ask you something. 
[Grabs his hand] 
Mary: Why are you alive? 
John Preston: [Breaks free] I’m alive… I live… to safeguard the continuity of this great society. To serve Libria. 
Mary: It’s circular. You exist to continue your existence. What’s the point? 
John Preston: What’s the point of your existence? 
Mary: To feel. ‘Cause you’ve never done it, you can never know it. But it’s as vital as breath. And without it, without love, without anger, without sorrow, breath is just a clock… ticking. “

 

“Father: Prozium – The great nepenthe. Opiate of our masses. Glue of our great society. Salve and salvation, it has delivered us from pathos, from sorrow, the deepest chasms of melancholy and hate. With it, we anesthetize grief, annihilate jealousy, obliterate rage. Those sister impulses towards joy, love, and elation are anesthetized in stride, we accept as fair sacrifice. For we embrace Prozium in its unifying fullness and all that it has done to make us great. “

Ama güzel bitiyor, mutlu bitiyor. Oh!

Equilibrium – İsyan Trailer

Das Leben Der Anderen / The Lives of Others / Başkalarının Hayatı

20 Perşembe Eyl 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

alman dili, almanca, das leben der anderen, the lives of others


Gözünü sevdiğimin Türkçe’si. Adamlar 4, yazıyla dört, kelime ile anlatmaya çalışırlarken filmlerini, bizimki sadece 2 kelime. Ekleri sonunda olan bir dile sahip olmanın en tatlı yanı bu belki de.

Das Leben der Anderen benim Almanca mantığımı kıran film oldu. O zamana kadar ben de ortalama bir Türk gibi “Almanca çok kaba yaaa..” “Iyyy hiç sevmem Almanları” gibi bir argümanla geziyordum. Ciddi anlamda insanların da bizlere göre garip olduğunu görünce kesin karar vermiştim. Almanları sevmeyecektim!

Hala pek sevdiğimi söyleyemem tabii. Hatta Alman Dili ve Edebiyatı okuyanları hala anlamış değilim. Git İspanyol Dili ve Edebiyatı oku evladım. Ya da ne bileyim İtalyan Dili vs. Neden Almanca? Neden? Neden? Neden? Seviyorsa demek.

Yargılamak bana düşmez. Ben sadece düşünürüm. Bu gerginlikle filmi arkadaşım önerdiğinde “Of, Almanca’yla nasıl idare edeceğim şimdi ya?” dedim. O da, “İzle bak gerçekten seveceksin.” dedi. Tamam dedim ben de her şeye. Filmi indirdim bir korsan olarak. Gerilimli kısım yine altyazının doğru olup olmadığı zamandı. Adamların dilini anlamıyorum ki altyazı bulabileyim. Oflamak puflamak serbest tabii. Nasıl olsa evde tek başıma film izleme keyfindeyim.

Altyazı bulundu, film izlenmeye başlandı. Garip bir tatlılık var filmde. Bok sürdürmek de istemiyorum tabii düşüncelerime. Almanlar da neymiş, hiç duymağğğdım diye devam edebilmem için filmi sevmemem lazım! Sevme Özz, sevme! (SEVDİ.)

Politikanın kol gezdiği bu filmde yasaklılar döneminde politik bir kitap yazmaya çalışan bir adam ve sevgilisi ayrıca da onu dinleyen bir ajan var. Başkalarının hayatına dahil olduğunuzda onlardan kopmanız mümkün olabilir mi? İşte bunu sorgulatıyor size  film. Bulunduğunuz tarafın size ne dikte ettiği değil sizin nasıl hissettiğiniz ve nasıl yönlendiğiniz meselesine parmak basıyor.

the-lives-of-others-baskalarinin-hayati-izle

Sadece bu değil, en başta yaşanan sorgu sahneleri sırasında da “Ben olsaydım acaba ne yapardım?” diye düşündürtüyor adama. Sanıyorum mesajı lökkadanak vermeyip ince ince sızdıran ve bu sızıntılar ile kocaman bir nehir yapan film bu film.

Film biter, ben gözyaşları içinde kalmışımdır. Güzel bir gülümseme ile yaşanan ölümlere üzüntüm oldukça da çoktur. Das Leben der Anderen en sevdiğim, sevebileceğim ve hiç çekinmeden dört beş kez izleyebileceğim filmler arasında yerini alır.

Almanlara karşı olan antiliğim uzunca bir süre için son bulur. Sonra tabii insanın huyu suyu değişmediği için yine uzak gelmeye başlar Almanca. Erasmus sınavına okul yine Almanya’ya yolluyor diye gitmem ama Avusturya’yı araya eklediklerini bilmediğim için boş sınav kağıdı vermiş olurum. Ah bu benim sergüzeştliğim.

Hamiş: Sizlere güzel güzel filmden konuşmalar vermek isterdim fakat IMDB’de de pek bir şey yok. Film bu kadar güzelken sözleri vermek neden zor gelmiş anlamadım. Yine de izleyin, izlettirin. Adam olun. Öperim.

Das Leben Der Anderen / The Lives of Others / Başkalarının Hayatı Trailer

Yedinci Gün’ün Şafağında Doğuya Bakın

19 Çarşamba Eyl 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 6 Yorum

Etiketler

ihsan oktay anar, ihsan oktay anar kitapları, ihsan oktay anarın üslubu, yedinci gün, yedinci gün inceleme


Ha çıktı ha çıkacak derken Yedinci Gün raflardaki yerini aldı. Kısa bir süre sonra benim kitaplığıma da teşrif etmiş bulundu. Ön siparişler verilip herkes “ilk ben okuyacağımm!!” diye bağrınırken ben işin birazcık soğumasını bekledim. En azından ilk el delileri susmus olacak ben de rahatça devam edecektim okumaya. Aynen de öyle oldu. Yedinci Gün çıkışından bir buçuk hafta sonra elimde oldu. Ben onu bana ulaştıktan bir buçuk hafta sonra okudum. Mutluyum.

İhsan Oktay Anar’ın daima beklediğimiz kitapları, hemen yazsın da huzura erelim diye beklediğimiz yazıları söz konusu. Özellikle kitabın bittiğini ve yakın sürede basılacağını duyduğumuzda büyük bir aşk ile bekler olmuştuk kitabı. Daha ön siparişlerde internet üzerinden “Yedinci Gün’ün şifreleri” şeklinde haberler yapılmış fakat olaya değinilmemişti. Son zamanlarda hızlı bir şekilde popüler olmaya giden İhsan Oktay Anar’ın son kitabı doğal olarak en çok sükse getiren kitap oldu.

Süktü mü? Süktü. Şu anda hala tüm listelerde birinci sırada. En tepeye kurulmuş şöyle bir etrafına bakıyor. Büyüklük taslamıyor fakat. Kendini bilen adamın elinden çıkmış kitap.

Şimdiye kadar büyük bir tutku ile İhsan kitapları okuyup onları daha sonra değerlendiren kişiler Yedinci Gün’ü okuduğunda tam olarak ne hissetti bundan emin olamıyorum. Kitap gerçekten güzeldi benim için. Yeni bir büyülü dünyaya açılıyordu yine kapıları. Aynı zamanda yine gönderme üstüne gönderme, benzetme üstüne benzetme vardı kitapta. İsimler, mekanlar, hikayeler ve diğer her şey yine İhsan’ın keskin zekasının ürünüydü fakat…

Yedinci Gün benim için Kitab-ül Hiyel’in önüne geçebilecek bir kitap oldu. Daha yukarı çıkabilmesi için sanıyorum ki insanlardan biraz daha uzak tutulması gereken bir kitaptı. Umuyorum İhsan Oktay Anar sadece okuyanların gazına gelerek bu kitabı yazmamıştır.

Kitapta üç bölüm mevcut: Baba, Oğul ve Hayalet. Bildiğimiz teslis olan bu baba, oğul, kutsal ruh üçlemesinde üç farklı karakter bir potada eriyebilmeyi öğreniyor. Kitap üç farklı zaman üzerinde çizilmiş. Önce gelecek sonra geçmiş ve en son olarak da şimdiki zaman. İhsan Sait, Ali İhsan ve İdris Amin Zula.

Üç farklı karakter, tek bir insanda buluşuyor, üç farklı zaman tek bir zaman algısında bütünleşiyor. Bunu gerçekleştirebilmeleri için de tabii ki bir olgunlaşma döneminden geçmek zorunda kalıyorlar. Edebiyatta en bolundan karşılaştığımız bu maturity process’i Yedinci Gün’de de görmek beni mutlu ediyor. Demek ki diyorum, bir şeyleri anlayabiliyor ve yorumlayabiliyorum.

İnsanlığın başlangıcından, Zodyak’tan, Hristiyanlık’tan ve Müslümanlık’tan, çok tanrılı zamanlardan, Amerika’nın keşfinden ve diğer pek çok tarihi olaydan nasibi alan hikayelerde beni tek üzen nokta çok  basit bir çıkarım ile “ahan da mesaj budur.” dedirtmesiydi. Şimdiye kadar binbir hinlik, yüzbinlik sinsilik ile bize açık seçik mesajlar vermeyen (kitabın tümü hakkında) İhsan Oktay, bu kitapta sınır çizgisini biraz daha uzağa çekmiş ve bize kıssadan hisse tarzında bir son hazırlamış.

Kitap boyunca it gibi sırıttığımı göz önüne alırsak kitabı sevmediğim ve tamamen eleştirdiğim söz konusu olamaz. İnsan hallerini en iyi anlatan yazarladan birisi olan Anar, Yedinci Gün’de de bizi bize anlatmaya devam etmiş. İnsanların tek iken mazlum halk iken zalim olabildiklerini, kim vurduya giderken yolunu bulanların hikayelerini, şeytanın hinliğini, insanın aslında şeytana kanmaya dünden teşne olduğunu hep hatırlıyoruz Yedinci Gün ile.

İdris Amin Zula nam-ı diğer Emile Zola ve onun İtham Ediyorum yazısına neden gönderme yapmak istemişti peki Anar? Naturalizm akımından payını almış olan Emile Zola gibi Amin Zula da bilime maruz kalmış, toplumun onu şekillendirdiği, soyunun ve sopunun hatta yedi ceddinin hep Zula olduğu anlatılmıştır.

Yine de içimde bir uhdedir Yedinci Gün, keşke çok daha iyi olsaydı ve canım tıka basa Anar dolsaydı diye. Yine de bir diğer kitap gelene kadar, yaşasın Anar kitapları!

Crank / Tetikçi / Yüksek Gerilim / Jason, Adamsın

18 Salı Eyl 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

crank, crank 2, danger danger high voltage, high voltage, jason statham, lock stock and two smoking barrels, snatch


Danger danger, 

high voltage

when we touch, when we kiss.

Bu adamın hangi filmini izlesem üç beş kere gaza geliyor, “yaradana kurban” deyip seviyeyi düşürüyor, bir sar-hoş oluyorum. Kel adamları seviyor, kel adamları takip ediyorum. Jason Jason, bi’tanesin.

Genel itibari ile hep bir aksiyon hem bir koşuşturmaca, nasıl vursam da nasıl öldürsem adamı oluyor filmlerde Jason Statham. Bu yüzden de hep ona aynı rolleri veriyorlar gibi. Şu an Jason’ı dram filminde düşünemiyorum. Düşünsem mi?

Yine de aksiyon tutkunu Hızlı ve Öfkeli serisinde gaza gelip art arda bir şeyler içmek isteyen ben için Crank ve Crank High Voltage tam kıvamında filmler. Adamın ihtiyacı olan en büyük nesne: adrenalin. Adrenalini ise nereden bulması gerektiğini bilemiyor, oraya buraya koşuyor, arabaların üstünden uçuyor, dilini arabanın aküsüne kıstırıyor, sevgilisi ile hipodromun ve sokağın ortasında düzüşüyor. Uuu.

Eğer mesele eğlenmek, gerilmek ve karnında senin de bir yumruk olmasını istemekse Crank serisi doğru adres.

Jason filmlerini hor görüp “aman beeeeehh” diyenlerin bekledikleri şey ne tam olarak bilinmemekte. Adamın piyasası belli, oynadığı roller belli. Snatch’te de Lock Stock and Two Smoking Barrels’ta da War’da da bu adam aynı. Bu adam taş gibi vücudu ile dövüşür. Genelde Jason filmlerini beğenmeyen erkek kitle bildiğin göbekli göbekli abilerdir. Acaba bir bağ mı var? Yok yok, hemen çamur atmak olmaz!

Filmdeki “funny facts” bölümüne bakılırsa göze aslında filmi sevmeyenlere bile sevdirebilecek maddeler var:

– Filmde ev dışında gerçekleşen seks sahnelerinde izleyenlerin tepkileri gerçektir.

– 80’den fazla oyuna gönderme yapılmaktadır.

– Dövüşleri ve araba zıplamaları hoplamaları Jason hepsini kendi yapmıştır.

– Filmde gösterilen yapay kalp gerçek bir yapay kalptir. (Hani şu hastalara takılandan)

– High Voltage’da Jason’ın herifçioğlunun tekini öldürmeye çalışıp silahta kurşun olmadığını gördüğünde söylediği “You lucky bastard.” “Şanslı piç.” aynı şekilde Snatch’te Jason tarafından söylenir.

That’s all folks!

Constantine / The Last Sacrifice / Dead as Dead Can Be

16 Pazar Eyl 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ 2 Yorum

Etiketler

a perfect circle, constantine, emotive, keanu reeves, passive, perfect circle



dead as dead can be, my doctor tells me
but i just can’t believe him, never the optimistic one
i’m sure of your ability to become my perfect enemy

wake up and face me, don’t play dead cause maybe
someday i will walk away and say, you disappoint me,
maybe you’re better off this way

leaning over you here, cold and catatonic
i catch a brief reflection of what you could and might have been
it’s your right and your ability
to become…my perfect enemy…

wake up and face me, don’t play dead cause maybe
someday i’ll walk away and say, you disappoint me,
maybe you’re better off this way
you’re better of this…you’re better off this…
maybe you’re better off!

wake up and face me, don’t play dead cause maybe
someday i’ll walk away and say, you fucking disappoint me!
maybe you’re better off this way

go ahead and play dead
i know that you can hear this
go ahead and play dead
why can’t you turn and face me?

you fucking disappoint me!

Ne zaman birisi bana Constantine dese, ne zaman aklıma Keanu Reeves düşse işte o anda A Perfect Circle, Maynard’ın ruhumu yenileyen sesi ve Passive düşer.

Passive’siz bir Constantine düşünülemeyeceği gibi Constantine’siz bir Passive de düşünülemez. Size bir güzellik yapıp önce şarkı sözlerini şimdi de şarkıyı paylaşıyorum.

Fantastik hikayelere yerli yersiz bir bağlılığım var. Yüzüklerin Efendisi’ni götüm, öhöm, dibim düşe düşe izlerken Star Wars’a hiç başlamamış olmam, Constantine’i ellerimle taşıyasım gelirken izlemediğim yine bir sürü fantastik filmin olduğunu düşünürsek gariplerdeyim. Yine de…

İşin içine din, şeytan, melekler vs girdiğinde ben kendimi tutamıyorum. Supernatural’ı sırf bu yüzden izlemiştim bana kalırsa. Hikayeler, söylenenler ve insan kılığında karşımıza çıkan melekler. Dini somutlaştırmaya çalışan beynin en hoşuna giden hareketler bunlar. Castiel, Gabrial ve diğerleri.

John Constantine kendi çapında cin, şeytan meytan çıkaran bir ağabeyimizdir. Güzeller güzeli bu  ağabeyimizin yeni bir hedefi, görevi, misyonu oluverir filmde. Koşacak, şeytanlar ile savaşacak, cehenneme çıplak ayakları ile gidecek ve geri dönecektir. En yakın arkadaşını kaybedecek, bir kadının çal çenesine maruz kalacak ve daha neler neler olacaktır.

Kafamızda hep Passive çalsın bu arada.

constatine-keanu-reeves-izle

Constantine’ı sevmemin en önemli nedeni John’un olağanüstü bizden bir adam olması. Pöfür pöfür sigara içen, ona buna artistlenen, konuşmaması ile karizma olduğunu düşünen, konuşmamak için bu yüzden daha da direnen, işi sonuna kadar kovalayan bir adam. En tatlı kısmı ise The Last Sacrifice ile cehenneme gitmeye bayağı hallenen götünü cehennemden kurtarması.

Cin fikirlilik, cinlik, şeytana pabucunu ters giydiriş ve diğerleri. İşte orada ben varım. Devil’s Advocate’i de bu yüzden sevmemiş miydim sanki?

John Constantine’ın filmin baş kahramanı, tüm olayların adamı olmasaydı ve sonunda kanı suya karışırken ölseydi, ne çizgiromandan alınıyor oluşu ne de olay örgüsü oluşurdu.

Şeytan ölümsüzlüğüne devam ederken, Lucifer Lucifer artistlik yaparken yani herkese, bir de John Constantine gelse – gelmese de yaşasa – ne olurmuş ki?

Passive hala kafada çalsın…

Go ahead and play dead.

Constantine Trailer

Click / Kızgın Kumlardan Serin Sulara

16 Pazar Eyl 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ 4 Yorum

Etiketler

adam sandler, click, popüler


Bu filmde ağlayacağınızı tahmin edemezdiniz değil mi?

Adam Sandler’ı sürekli sevip sevmemek arasında kalıp filmlerden sonra sevdiğimi hatırlıyorum. Daima komedide görmeye alışık olduğum tiplere biraz mesafeli bakmamın da sebebi bu. Sanki başka hiçbir role giremeyeceklermiş gibi? Girerler fakat.

Click, yüzyıllar boyunca izlemekten imtina ettiğim, herkes söyledikçe “Ya ben onu izlemedim yeaaağ” yayvanlığıyla cevap verdiğim bir filmdi. Bunun nedeni sanıyorum ki sürekli TV’de yayınlanması, tüm arkadaş grubunun hepsinin izlemiş olması olabilir. Bilemiyorum. Popüler gibi, değil gibi, Click bende uhde gibi.

Sonunda filmi indirip izleme fırsatı yakaladığımda artık ben de o güruha katılabilecektim. Üstüne üstlük hakkında yazı yazabileceğim bir blogum bile vardı. Şimdiye kadar izleme ya da izlememek için bir çaba sarf etmediğim filmleri izlemem gerektiğini algıladım. Bu popülerite karşıtlığımı yendiğim gün belki de çok daha işe yarar yazılar çıkarabileceğim. Ne olur ne olmaz diye, biraz da heyecanıma yenik düşerek Yedinci Gün’ü işte bu yüzden satın aldım ve gördüm ki yanlış yapmamışım.

Hayatı ertelemek, iş odaklı yaşamak belki de çoğumuzun hayalini kurmadığı fakat bile isteye yaşadığı bir hayat tarzı. Tatile mi çıkacaksınız? Ama para lazım. Tiyatroya mı gideceksiniz? Ama para lazım. Sinema? E para. Hediye? O da para. Sevgili? En büyük para götürücüsü. Böyle düşüne düşüne tamamen kendimizi paranın ve yaşanamamışlıkların arkasına bırakıyoruz. Önce terfi, sonra para, sonra emeklilik, sonra aile. Neden bilmek istemiyoruz: sadece bir kere yaşıyoruz!

İçerisinde yüksek oranda mesaj barından filmleri çok sevmem aslında. Click’i diğerlerinden ayıran nokta ise tıs tıs gülerken sonuna doğru sizi salya sümük ağlatıyor olması. Evet, ağladım. Filmlerde ağlamayı kendine adet edinen birisi olarak bu filmde de ağladığımı açıkça söylüyorum. Ağladım fakat bir sorun bakalım bana neden ağladım?

Click

Verilen mesaja ya da çok büyük olduğuna inandırılmaya çalışılan aile kurumuna değil, kendi çocuklarının kollarında ölebiliyor olma ihtimaline ağladım insanın. Ölümün en sinsi ayrıkotu olduğunu hatırladığım için ağladım. Tamam, uzatmanın ve suzugözlü olmanın alemi yok. Ben bunlara ağlarken eminim ki filmin mesajı da o anda baba baba veriliyordu. Siz, siz olun; ailenizi ikinci plana atarak iş hayatınıza tamamen odaklanmayın. YOLO. You only live once : Bir kere geliyorsun şu hayata hesabı.

Şimdi ben bunu söyledim, Click bunu anlattı da ne kadarımız yapabiliriz tam olarak kestiremiyorum. Yarın sabah işe gitmem gerekecek, akşam çıktığımda İstanbul’un trafiği beni yiyecek. Yorgun olacağım. Okulun başlaması gerginliği baş gösterecek. Hafta sonu olsun diye bekleyecek fakat bir türlü denk getiremeyeceğim. Dışarda kalmak istediğim için annişle tartışacak tadımı kaçıracağım. Babamla mutlaka bulurum yine bağrışacak bir konu.

Aileni, sevdiklerini, sevdiğin adamı ya da kadını ikinci plana atmaman için yine de bir yaşam standartının içinde olman gerekiyor. Ketçabın dibinde kalan ve dökülmesi için sarsılan tarafsanız, Click’te yapamadıklarınız yapılıyor diye ağlayabilirsiniz.

Peace!

Hamiş: Bir de son bir ironi, şu anda Adam Sandler’ın filmdeki mesleği olan mimarlığı hatırlayınca kendi geleceğini inşa etme ya da edememe durumuna bir gönderme yapılmış olduğunu sezdim. Referance canımı benim. Oiy severim benim kedi canımı.

Click Trailer

Tanios Kayası / Tanios-keşk

16 Pazar Eyl 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 2 Yorum

Etiketler

amin maalouf, amin maalouf inceleme, amin maalouf kitapları, kitap incelemesi, tanios kayası, tanios kayası inceleme, yapı kredi yayınları


Amin Maalouf’un masalsı üslubu, küçük bir gerçeğin etrafına kurduğu yeniden yaratan hikaye ve zamanın asla değişmediğine bizi inandırışı.

Çivisi Çıkmış Dünya Haricinde şimdiye kadar hiç hayal kırıklığına uğratmadı beni Amin Maalouf. Leonardo Di Caprio gibi. Hal böyleyken Maalouf kitabı satın alırken hiç çekinmiyorum. Hemen alıveriyorum. Bakalım bu sefer beni ne bekliyor?

Bu sefer de işin içinde İstanbul, Osmanlı ve Mısır var. Doğduğu topraklardan çok uzaklaşmayan ve kendi çevresindeki hikayeleri anlatmayı seven Maalouf mekanları hep. Tanios adında bir gencin yaşadıklarının etrafına kuruluyoruz bu sefer. Haksızlığa gelemeyen, gizli bir aşkın meyvesi olan Tanios.

Tanios-keşk deniyor ona. Tabii ki bu ismin de bir hikayesi var.

Tanios Kayası eğer gerçek bir dönemi, tamamen gerçek kişiler ile birlikte anlatsaydı asla gıkımızı çıkarmaz, hayır bu da böyle değil! demezdik. Gerçekçilik konusunda Amin’in master yapmış olma ihtimali yüksek. Savaş öncesi, sonrası, kıtlık süreci, huzur dönemleri içinde halkın hangi düşünceleri taşıdığını çok iyi yansıtıyor. Toplum bilincinin nasıl işlediğini anlayabilmiş bir adam Maalouf, insanları biliyor, insanları tanıyor.

Tüm kitap boyunca sürekli Tanios’un büyümesini ve onu üzenlere ders vermesini bekliyorsunuz. O mutlu olsun istiyorsunuz. Sanki gizli bir aşkın meyvesi o değil de sizmişsiniz gibi. Thamar’a aşık olduğunda asla bitmesin bu ilişki diyorsunuz. Aşkı, sevmeyi ve sevişmeyi öğrendiği kadında kalsın hep, nasıl olsa o kadın da hem bedenini hem de ruhunu açmamış mıydı ona?

Bu kitapta beni duraksatan tek nokta Tanios’un yok oluş sahnesiydi. Evet, kayaya doğru gitmişti. Kendi adı ile yüzyıllarca anılacak kayaya gitmiş ve orada yok olmuştu.  Bilgeliğe giden yolda adımlar atıyordu evet ama yok olduktan sonra her şey bir anda sona ermiş oldu. Efsanenin kulaktan kulağa, dilden dile yayıldığını başka türlü görmek isterdim. Daha büyük kanıtlar ile yok olmasını örneğin.

İş bana kalsaydı, Tanios’u Thamar’ın çiçek kokan göğüslerinde bırakırdım. Tam da Kıbrıs’ta. Tam da dört yanı denizle ve sevgiyle çevrili yerde…

← Older posts

Abone Ol

  • Entries (RSS)
  • Comments (RSS)

Arşivler

  • Eylül 2017
  • Ağustos 2014
  • Şubat 2014
  • Kasım 2013
  • Temmuz 2013
  • Haziran 2013
  • Mayıs 2013
  • Nisan 2013
  • Mart 2013
  • Şubat 2013
  • Ocak 2013
  • Aralık 2012
  • Kasım 2012
  • Ekim 2012
  • Eylül 2012
  • Ağustos 2012
  • Temmuz 2012
  • Haziran 2012
  • Mayıs 2012
  • Nisan 2012
  • Mart 2012
  • Şubat 2012
  • Ocak 2012

Kategoriler

  • Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım
  • Filmler, sinema, film inceleme
  • Güncel, gündem, medya
  • Sanat, resim, tiyatro
  • Seyahat, mekanlar, hatıralar

Meta

  • Kayıt Ol
  • Giriş

WordPress.com ile Oluşturulan Web Sitesi.

Gizlilik ve Çerezler: Bu sitede çerez kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek bunların kullanımını kabul edersiniz.
Çerezlerin nasıl kontrol edileceği dahil, daha fazla bilgi edinmek için buraya bakın: Çerez Politikası
  • Takip Et Takip Ediliyor
    • Öznur Doğan
    • Diğer 123 takipçiye katılın
    • WordPress.com hesabınız var mı? Şimdi oturum açın.
    • Öznur Doğan
    • Özelleştir
    • Takip Et Takip Ediliyor
    • Kaydolun
    • Giriş
    • Bu içeriği rapor et
    • Siteyi Okuyucuda görüntüle
    • Abonelikleri Yönet
    • Bu şeridi gizle
 

Yorumlar Yükleniyor...