• BEN KİMİM? / NEDEN YAZIYORUM?
  • SİZDEN GELENLER
  • Copyleft

Öznur Doğan

~ La beaute est dans la rue!

Öznur Doğan

Monthly Archives: Ağustos 2012

Dokuzuncu Hariciye Koğuşu / Sinir Uçlarımı Nasıl Kaybettim?

29 Çarşamba Ağu 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

bacak kesilmesi, dokuzuncu hariciye koğuşu, peyami safa, yalnızız


Bir kitap okursunuz, elinizi ayağınızı nereye koyacağınızı bilemezsiniz. Bir kitap okursunuz, en kısa sürede bitirmek ve sonuna ulaşmak istersiniz fakat hiç bitmesin diye uğraşırsınız. Bir kitap okursunuz, gözleriniz dolar ve ağlamamak için kendinizi zor tutarsınız. Bir kitap okursunuz, bir yandan başrol kahramanı ölmesin istersiniz fakat bir yandan çoktan batmışsınızdır hikayeye ve ölmesi gerektiğini düşünürsünüz.

Ufak kitapların büyük etkileri adı altında yayınlamaya karar verdiğimiz bu kitap, ki kendisi Dokuzun Hariciye Koğuşu olur, iliklerimize kadar titretmiştir bizi. Biz dediğim ben işte yahu. Peyami Safa’dan sadece Fatih – Harbiye’yi okumuş birisi olarak ikinci durağımın Dokuzuncu Hariciye Koğuşu olmaması imkansızdı. Biraz rötarlı bir buluşma olsa da bizimki iyi ki geç olmuş da güç olmamış. Daha önce okusaydım belki de bu kadar çok empati kuramaz, kendi bacağım kesilecekmiş gibi hissedemezdim. Evet, sağlam spoiler mı acaba yediniz? Belli değil, okuyun görün spoiler olup olmadığını.

Küçücük bir çocuk, henüz 15 yaşında fakat yaşıtlarının çok ilerisinde. Hikayesini anlatıyor. Bir hastalık söz konusu ve bir aşk. Karşılıksız olsa belki de çok daha iyi olabilecek bir aşk. Hastalığın, fikirlerin ve olayların insan üzerindeki etkisini küçücük bir çocukta görme şansı yakalıyoruz. Eğer buna şans denirse.

15 yaşınızdaki halinize dönün şimdi bir. Ben de sanıyorum ki bu küçük çocuk kadar bilmiştim. Fransızca bilmiyordum belki de ama kendi kendine okula gidip gelmeye çalışan, tüm gün sırf okulun tuvaletleri pis diye tuvalete gitmeyen ve bu yüzden hasta olan. Aferin bana, hiç alakasız iki hastalığı birbirine karıştırdım yine de yakınlar gibi geldi canım, üzerime gelmeyin.

Büyüme dönemini rahat atlatamayanların hikayesi Dokuzuncu Hariciye Koğuşu. Hasta olmadıysanız bile yaşamak size de ağır geldiyse ve yine de ondan vazgeçemediyseniz, kendinizi daha iyi hissedeceğinize söz verdiyseniz ve aslında çok daha kötüye gittiyseniz sizin de yeriniz hazır dokuzuncu koğuşta. Aşık olduysanız ve küçük olduğunuz halde aşkın size büyük gelmediğini hissettiyseniz, sevdiğiniz kişinin yanınızda olmasını çok istediyseniz fakat onunla olduğunuzda kendinizi ona nasıl göstereceğinizi bir türlü bilemediyseniz Erenköy’deki yalıya sizleri de bekleriz.

Hastalıkların ve ölümlerin yaşlılarda vuku bulmasını kanıksıyor ve hatta umursamıyoruz bir süre sonra belki ama bu genç hastalıklar ve ölümler… Minicik bebeklerin kanser, gencecik delikanlıların trafik kazalarında, genç kızların iş kazalarında hayatlarında oluşu. Yüreği burkmak ile kalmıyor, acıyı tam da oranızda hissetmenize neden oluyor. Tam bacağınıza örneğin.

Tabii ki mesele sadece hikayenin dokunaklı ve gerçekçi oluşu değil. Bana kalırsa Peyami Safa’nın soyutluktan uzak, sade ve akıcı bir şekilde kullandığı dili. Tane tane seçiyor kelimeleri ve anlatacaklarını o yüzden sizi bu kadar çok etkileyen bir kitabın yüzlerce sayfa olmasına gerek kalmıyor. 110 sayfada her şey anlatılmış, tüm yaşanılanlar yaşanmış ve ihtimaller sonlanmış oluyor.

Uzun zamandır böylesine keyifli okuduğum bir kitap olmamıştı. Tamam, gerçekten kafamı gömmek istediğim çok fazla kitap okudum son 3 aydır fakat sanıyorum ki Dokuzuncu Hariciye Koğuşu küçücük bir ateş olsa da tam ortaya düştü kalbimde.

Teşekkürler Safa usta.

“Öyle bir yaşta idim ve öyle bir mizaçta idim ve çocukluğumda o kadar az oyun oynamıştım ve aldatmasını o kadar az öğrenmiştim ki, yalan bana suçların en ağırı gibi geliyordu; ve bir yalan söylendiği zaman insanların değil, eşyanın bile buna nasıl tahammül ettiğine şaşırıyordum. Yalana her şey isyan etmelidir. Eşya bile: Damlardan kiremitler uçmalıdır, ağaçlar köklerinden sökülüp havada bir saniye içinde toz  duman olmalıdır, camlar kırılmalıdır, hatta yıldızlar düşüp gökyüzünde bin parçaya ayrılmalıdır filan… Zavallı mürahik… Dünyanın hiçbir Nüzhet’i yalan söylememelidir.”

“Ben minderin üstünde arka üstü yatıyorum; etrafımın telaşını seyrederken kendimi unutuyorum. Hatta bazı kendimi hepsinden fazla sakin buluyorum, fakat bu kalabalıklar dağılıp da felaketimle baş başa kalınca; dehşet. Vücudumun büyük bir parçasını kaybetmek hayaline bir saniye katlanamıyorum, içime baygınlıklar geliyor, ellerimle hasta bacağı tutuyorum ve onun ölümünü kendi ölümümden daha dehşetli buluyorum.”

“Istırabın derinlerine indikçe sevincimizi kaybetmek korkusu kaldığı için, yeni bir sevinç başlıyor: Istırabın ilacı ıstıraptır. İkinci hasıl-ı zarbı: sevinç.”

Orhan Veli Kanık’samak İmkansız – Bütün Şiirleri

28 Salı Ağu 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

garip akımı nedir, istanbulu dinliyorum, mehmet ali, orhan veli bütün şiirler analiz, orhan veli şiir inceleme


Beni bu adam mahvetti. Bu adam ile aynı mevsimleri sevişimiz mahvetti.

Orhan Veli Kanık, nam-ı diğer “Anlatamıyorum”. Yine de birden fazla şiiri bilindiği, şiir günlerinde okunduğu için bir başka  seviyorum işte onu. Örneğin Kim Milyoner Olmak İster’de şiirinin adı sorulabiliyor ya da başka yarışmalarda işte. Birkaç kişinin aklına daha da aşinalık düşürüyor bu programlar. Bu yüzden bir bakıyorsunuz ki Orhan Veli’nin Bütün Şiirleri 5’ten fazla baskılanıyor. Bana kalırsa bazen bir ölçüttür kaç kere basım yapıldığı.

Daha önceki şiir incelemeleri gibi Orhan Veli’nin şiirlerini de paylaşarak anlatacağım size. Daha da aşina olunuz diye. Çünkü “garip” bir adam bu adam. İstanbul’da, henüz Atatürk de ölmemişken Mehmet Ali Sel adıyla yani takma adıyla şiirler yazıyor. Bu yüzden bahsetmemiz gerekiyor Orhan Veli’den. Bir de erken öldüğü için. Erkenden, sorgusuz sualsiz gidebildiği için aramızdan ve hiç de hakkı yokken aslında. Bazı insanların ölmeye hakkı yoktur bence. Çünkü onlar bizimdir.

Orhan Veli’nin Netice’si iki tatlı ve minnacık şiir ile başlıyor. İlki insana huzur veren çeşitten:

“Gemliğe doğru

Denizi göreceksin;

Sakın şaşırma.”

Ve ardından Robenson geliyor. Robenson şiirinden bahsetmek istiyor oluşumun sebebi yaklaşık bir dönem boyunca Robinson Cruose’yu ders olarak işlememiz ve bu kitabın da Orhan Veli tarafından okunup çoktan analiz edilmiş olması. Üç önceki yazıda -ya da dört de olabilir- senaristin yapabildiği referansların çokluğu ile bağlantılı başarıdan bahsetmiştim. Bir şair de aynı şekilde kendi bilgisi kendisi sınar yazdıklarında. Robenson:

Haminnemdir en sevgilisi

Çocukluk arkadaşlarımın

Zavallı Robenson’u ıssız adadan

Kurtarmak için çareler düşündüğümüz

Ve birlikte ağladığımız günden beri

Biçare Güliver’in 

Devlet memleketinde

Çektiklerine.

Bu şiiri okuduğumda aklıma bir de Sunay Akın geliyor. Şöyle bir tekrar okuduğunuz da sizin de aklınıza geleceğini düşünüyorum. Demek ki Sunay Akın’ın eşsiz olarak bahsedilen ve bol kelime oyunlu, ufaklı büyüklü şiirinin bir dokunuşu vardır Garip şiirine. Bence.

Sonra işin ucunda İstanbul var, işin ucunda o zamanlarda içkiler yasak değil, evlerde hep rakılar. Şairler şair olabilmek için, daha da şairleşebilmek için içiyor, içiyor, içiyorlar. Haşa! Henüz hiçbir etkinlik, buna şiir yazmak da dahil, içki yüzünden iptal edilmemiş. Dağ Başı:

Dağ başındasın;

Derdin günün hasretlik;

Akşam olmuş,

Güneş batmış,

İçmeyip de ne halt edeceksin?

Hem etrafta Dedikodu‘cular dolu. Milletin ağzı torba değil ki büzesin. Kim söylemiş beni Süleyhay’a vurulmuşum diye? Kim görmüş, ama kim, Eleni’yi öptüğümü diye soruyor Orhan Veli. İçki meseleleri değişiyor belki ama ah bu dedikodunun gözü kör olsun ve illa da görecekleri bir şeyler var. Yazık.

Ardından Dedikodu şiirinin benim en sevdiğim şiirlerden birisi geliyor: Kitabe-i Seng-i Mezar. Süleyman Efendi’nin bahtsızlığını hissedebildiğimiz ve onun için üzüldüğümüz. Çünkü bir nasırın ne kadar acıdığını en çok nasırı olanlar bilir. Varsın Süleyman Efendi’nin acısı değişsin, yani o nasır acısı bir aşk acısı olsun. İnsan o mezara girmeye mahkumdur ve her yerde tabelalar vardır: Dikkat! Ölüm tehlikesi.

Baharı, Güneş’i ve ılık akşamları seven bir adam Orhan Veli. Ben de bu mevsimleri seviyorum diye yakın hissediyorum, notlar düşüyorum kitaba. Bu adamın ilhamı bahar! diye. En güzel mevsim belki de bahar. Ne sıcak ne soğuk ve bu yüzden tam kararında.

İmkansız şey

Şiir yazmak,

Aşıksan eğer;

Ve yazmamak,

Aylardan nisansa.

Davet‘te ise;

Bekliyorum

Öyle bir havada gel ki,

Vazgeçmek mümkün olmasın.

Sormak geliyor içimden kendi kendime, bir insanı ne kadar çok sevebilirsin ya da hiç görmediğin bir insanı hayatına beklerken ne düşünürsün diye. Şair tabiatlılar bu konuda ışık tutuyor bana. Öyle bir havada gel ki diyor, bunu da öyle güzel yazıyor ki. Bir adam geliyor benim de hayatıma, öyle bir havada gitmesin hatta hiç gitmesin istiyorum ki gözlerim doluyor.

Güzel Havalar ve Anlatamıyorum‘u işaretliyor elim. Bu iki güzel şiiri anlatabilecek birileri de ben tanımıyorum. Turgut Uyar’lı, Edip Cansever’li şiir yolculuklarımın ardından Orhan Veli’yi ne kadar özlediği anlıyorum. Nefes alıyorum belki de bu sefer çünkü hep aynı yerde çok kalmadım mı?

Her şey güzelken bir anda Değil ile göz göze geliyorum. Sonra hatırlıyorum ki şair öyle kolay olunmuyor. Önce yaşıyorsun fakat sonra acıyorsun, acıyı hissediyorsun. Tüm inandığım gökyüzü ve güneş yıkılıyor bir anda ayaklarımın ucuna. Çünkü hayatta hiçbir şey, kolay değil.

Bilmem ki nasıl anlatsam;

Nasıl, nasıl, size derdimi!

Bir dert ki yürekler acısı,

Bir dert ki düşman başına.

Gönül yarası desem…

Değil!

Ekmek parası desem…

Değil!

Bir dert ki…

Dayanılır şey değil.

İstanbul’u Dinliyorum ile kim bilir kaç kişiye İstanbul’u dinletti ve çoğu da duyamadı. Duysa bile yanlış anladı. İstanbul çok sesli bir şehir, örneğin Orhan’ın söylediği gibi Kapalıçarşı serin falan değil, tıklım tıklım. Hem ayaklarını suya değdiren kadın bulmak da zor çünkü burası İstanbul. Yine de gözlerini kapattığını ve sadece dinlediğini düşünürsek sevgili Veli, haklısın. Bir hayal gibi olur o anda tüm İstanbul. Baştan yaratırsın onu, tanrısısındır İstanbul’un. Bu kentin tam ortasındasındır ve kımıldamaya hiç de niyetin yoktur. Çünkü tanrılar yorulmaz.

Ama, benim için en önde Hürriyete Doğru şiiri gelir Orhan’ın.

Gün doğmadan, 
Deniz daha bembeyazken çıkacaksın yola. 
Kürekleri tutmanın şehveti avuçlarında, 
İçinde bir iş görmenin saadeti, 
Gideceksin 
Gideceksin ırıpların çalkantısında. 
Balıklar çıkacak yoluna, karşıcı; 
Sevineceksin. 
Ağları silkeledikce 
Deniz gelecek eline pul pul; 
Ruhları sustuğu vakit martıların, 
Kayalıklardaki mezarlarında, 
Birden 
Bir kıyamettir kopacak ufuklarda. 
Denizkızları mı dersin, kuşlar mı dersin; 
Bayramlar seyranlar mı dersin, 
Şenlikler cümbüşler mi? 
Gelin alayları, teller, duvaklar, 
Donanmalar mı? 
Heeey 
Ne duruyorsun be, at kendini denize: 
Geride bekliyenin varmış, aldırma; 
Görmüyor musun, her yanda hürriyet; 
Yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol; 
Git gidebildiğin yere.

Tabii ki bunun üzerine durup da şiirleri yazacak değilim çünkü kapanışı en sevdiğim Orhan şiiri ile yapmışım. Ama sizler için yön gösterme açısından not aldığım diğer şiirleri yazacağım. Çalışalım, çalışalım, çalışalım arkadaşlar.

Ayrılış, Bedava, Rahat, Birdenbire, Pazar Akşamları, Mahzun Durmak, İntihar, Lakırdılarım, Quantitif, Canan.

Tabii çenemi kapatamayacağım, ilk dize sırasına göre indeksin bulunmasına vuruldum ilk olarak kitapta ayrıca son Canan’ı yazarken “Nerede o eski Degüstasyon?” gibi bir artistlik yapasım geliyor her seferinde, sanki çok biliyormuşum gibi: dünkü bok.

Yazın, Gene Yazın – Tahsin Yücel Kuralları

27 Pazartesi Ağu 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

can yayınları, deneme türünde örnekler, edebiyat eleştiri metinleri, levi strauss, tahsin yücel


Klasikler Niçin Okunmalı’dan sonra deneme ve eleştiri türüne kısa bir ara vermiştim çünkü beni yerden yere vuran gerçekler ile karşılaşmıştım kitapta. Ben ne kadar az şey biliyormuşum ve ne kadar çok bildiğimi sanıyormuşum gibi.

Şıp demiş, Tahsin Yücel’in kaleminden de aynı şeyler dökülmüş. Edebiyatın ne olup olmadığını, yazılanların hangi minvalde yazılması gerektiğini öncelikle tanrısından izin isteyerek yazmaya başlayan bu adam, Tahsin Yücel, beni yine kocaman edebiyat dünyasında mini minnacık hissettirdi. Efendime söyleyeyim o yazar, tabii ki şu şair derken benim tüm havam yine sönüverdi. Yine de Tahsin Yücel, benim adıma okuması daha kolay bir adam oldu. Yazın, Gene Yazın, benim bakış açımla iki farklı anlamdan oluşan bir tamlama. Yazın, edebiyat anlamına gelmesi ve eylem olan yazmak kelimesi. Böyle oyunları seviyorum.

Ünlü düşünürler, bilimadamları ve edebiyatçıları bir araya getirerek derdini anlatmaya çalışıyor Yücel bu kitapta. Sadece felsefenin değil, bilimin de edebiyata etkilerini araştırıyor ve bu neferlerin şimdiye kadar neler düşündüğünü, ona göre hangilerinin doğru olduğunu enine boyuna anlatıyor. Kendi çağındaki yazarlara da laf atmadan duramıyor. Tahsin Yücel’in hayata bakışına dair bir şeyler öğrenmek istiyorsanız bu kitaba biraz dalmanız kafi geliyor. Açık sözlü insanları çoktandır özlüyorduk.

Can Yayınları’nın dilimden düşürmediğim indirimi, “Yaz boyunca yüzlerce kitap 5 lira” sayesinde Tahsin Yücel’in herhangi bir romanını ya da hikayesini okumadan doğrudan denemesine geçiyorum. Benim için sert bir geçiş, yine de seviyorum bu tonton ihtiyarı.

Argümanları ile bir kez durup düşünmemize neden olan bu yazarın anlattıklarından not aldığım bazı yerler var. İşte bunlardan ilki, Yazının Ana Özdeği konusunda, kitabın 60. sayfasında yer alıyor:

“Hiç kuşkusuz, dil, hele yazın dili, kendi başına ele alınınca, “doğru ya da yanlış değildir, geçerlidir ya da geçersizdir: geçerli, yani tutarlı bir gösterge dizgisi”. Bu bakımdan, baştan sonra tersine çevrilmiş bir kurmaca evrende “sonsuz nokta”lar da geçerli sayılabilir, ama ancak böyle bir evrende. Buna karşılık, her öğe geçerliliğini bütünün başa öğeleriyle kurduğu bağıntılardan aldığına göre, bizimkine benzer olarak sunulan bir kurmaca evrende, “sonsuz nokta” söylemi de, göndergesini de sakatlar: her ikisinin de sakatlığıdır. Buna karşılık, gerçek yazar, söylemle nesnesi arasındaki denkliği sözcük ve tümce düzleminde kurmaz, yalnızca, dil, kurgu, odaklayım, hepsini sokar işin içine.”

Konudan tamamen ayrı değerlendirildiğinde tamamen boşmuş gibi görünen bu paragraf bütünlendiğinde ortaya kafa karıştırıcı, sorgulayıcı fakat edebiyat bilginizi yarıştırıcı bir metin çıkıyor.

Ne zaman bir edebiyatçının edebiyat bilgisi ile karşılaşsam, eşhedü çekip kalkan kaldırasım geliyor çünkü sanki Merlin’in ejderhası karşısında savunmasızmışım gibi hissediyorum. Tahsin Yücel son zamanlarda benim yeni ejderham olmayı başardı. Yine kendimi evreniçre küçük hissettim. Gidinin Tahsin’i. Tahsin ismini de severim.

 

Burn After Reading / Aramızda Casus Var / Keyif Üzeri Keyif

25 Cumartesi Ağu 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

ben ne güzel işerim, brad pitt, coen bros, coen kardeşler, Ferhan Şensoy, tom cruise


“ben ne güzel işerim sabah güneşe karşı
önümde medreseler ardımda uzun çarşı
ramdidam ramdidam ramdidam didam ramdidam
turgut uyar söylemiş ben saza uyarladım
belki turgut çok kızar azıcık yuvarladım
ramdidam ramdidam ramdidam didam ramdidam
ağustos yirmi iki dediler ustan ölmüş
çok komiksin azrail turgut uyar ölür mü
ramdidam ramdidam ramdidam didam ramdidam..”

Bu filmi yazmaya karar verince neden bu şiir aklıma geldi bilmiyorum ama paylaşmak istedim. Belki de bu filmin garip bir yapısı var diye olabilir.

Brad Pitt’i komedide görmeyi sevenlerdenim. Sürekli bir cool adam modunda görmeye alıştığımız insanlar aslında komedilerde daha çok hoşuma gidiyor. George Clooney de buna dahil. The Men Who Stare At Goats’ta da gülmüştüm sırf bu yüzden. O uzun Tom Cruise saçları ile oldukça komikti.

burn-after-reading-brad-pitt

Burn After Reading, izledikten sonra kıs kıs gülmeye neden olan bir film. Cia ajanının kayıtları iki spor salonu çalışanının eline geçer ve olaylar dönmeye başlar. Coen kardeşlerin çektiği bu filmde hem kadro iyidir hem de olaylar art arda ve hızlı bir şekilde akar. Sıkılmanıza imkan kalmaz, ki bana göre en önemli durumdur bir filmde.

Tilda Swinton’ı da komedi de görmek güzel. Narnia Günlükleri’nden tanıdığımız bu soğuk mu soğuk hatun içinden çıkılmaz durumlara düşüp kaldığında sevinmiyor değiliz.

Burn After Reading avanaklar ve salakların bir araya gelmesiyle oluşmuş bir film neredeyse. 🙂 Hepsinin birer tip olduğunu gördüğümüz, onları böylece bağrımıza bastığımız filmde bana kalırsa en önemli nokta John Malkovich!! Çok ciddiyim, sırf bu filmi birazık John Malkovich’e bulanmak için izleyebilirsiniz.

“Mutlaka izleyin!” denilen filmler vardır ya, Burn After Reading işte bunlardan birisi.

Burn After Reading Trailer

Borat / Sacha Baron Cohen / Borat

23 Perşembe Ağu 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

borat, cohen filmleri, diktatör, diva, pink flamingos, sacha baron cohen


Borat’ı bir kız arkadaşım ile izleyip it gibi güldüm. Evet, Sacha Baron Cohen’in tüm filmlerine gülüyorum. O iğrenç sahnelerde mideme kramp giriyor, esprileri ile kendimi kaybediyorum. Çoğu kişinin görmeye katlanamadığı filmleri ben görebiliyorum. Borat da onlardan birisi.

Pink Flamingos’u izlemiş ve onda da biraz sırıtabilmiştim fakat Borat, Bruno, Diktatör ve diğerleri… Hepsi daha komik ve eğlenceli.

İlk olarak bu elemanların tamamen bir karakter olduğunu biliyorsunuz. Değişimez uğramazlar fakat ilk başta oldukları gibi de çıkmazlar filmden. Tipe en yakın karakterler bu yüzden Cohen’in karakterleridir. Borat, Kazakistan’dan yola çıkan ve Pamela Anderson’ın peşinde koşabilecek kadar yerel bir adamdır. Fisting’e uğrasa bile bunun bir homoseksüellik meselesi olduğunu bilmez örneğin. 😀

Gülmemek için kendimi zor tutuyorum. Borat, küçük bir yerden kocaman bir ülkeye giden masum köylüdür, karısı erkek gibidir. Komşuları delidir ve eğer ülkelerini geliştirebilecek taktikleri bulamazsa ülkesi tarafından linç edilecektir.

borat-izle

Tüm o seksist, iğrenç espirili, bol götlü göbekli, çıplak ve kıllı adamlı Borat’ın yanında bir de daima küçük bir çocuk gibi her şeyi merak eden bir Borat vardır. Aslında Borat, dünyaya yeni gelmiş bir bebek gibidir Amerika’da. Dillerini tam olarak bilmiyordur, geleneklerinden haberdar değildir. Bu yüzden yaptığı her şey bizi güldürür hale gelir.

İçimizde mutlaka “Bu filmleri de izleyen kitle nasıl bir kitledir!” diye hayıflananlar vardır. Sanırım Borat gibi filmleri izleyebilenler ve içindeki kara mizahı görebilenler olarak kendimizi şanslı hissetmeliyiz. Çünkü Borat’tan neredeyse hiçbir farkımız yok. Borat belki de bizim id’imizi. Biz her ne kadar kendimizi yırtsak da egolarmızla ve süperegolarımızı göstermeye çalısşak da.

Film bittikten sonra uzunca bir süre Naughty naughty dilime dolanmış olarak dolaştım ortalarda. Bir de çapkın bakış atıyordum. O dönemi atlattım hayırlısıyla. En kısa sürede yeni bir film bekliyorum Cohen’den. Yakında Diktatör’ü de anlatacağım!

Borat Trailer

Turgut Uyar Uy/u/maz

22 Çarşamba Ağu 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

Ferhan Şensoy, tomris uyar, turgut usta, turgut uyar ölüm yıldönümü


“şimdi insan şaşıp kalıyor, uyar diyorlar ölmüş 22’sinde ağustos’un. öyle iş mi olur, usta ölür mü?
daha bir iki ay önce bir cümlesini ona okudum şiirinin.
bir şiirini sevgilime yazdım mektupla.
bir şiirinde kendimi buldum, bir diğerinde onu tekrar tanıdım.
daha birkaç ay önce karşılıklı oturduk dertleştik, “geçer mi bu özlem.” dedim. “geçer, sen sadece göğe bak.” dedi.
bir iki yıl önce daha fazla okumaya söz verdim onu kendime. 
üç beş yıl onca geç doğmanın ve geç tanımanın acısını anlattım ona. benim için üzülme, dedi. 
şimdi gelmişler de bana diyorlar ki, ustan ölmüş.”

yazmışım geçen sene aynı bu tarihte. Bir sene sonra değişmeden hiçbir şey ve tüm şiirler yerli yerinde.

Uyumazsın, biliyorum. Seni u/y/nutmak kolay değil. Cümle cümle dökülmeni bekliyorum, Büyük Saat’i okumaya başladığımda.

Body of Lies / Yalanlar Üstüne / Çatışma

21 Salı Ağu 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

body of lies inceleme, ed hoffman, hani pasha, leonardo dicaprio oyunculuğu, roger ferris


Aksiyon filmlerini sevenler, üzerine bir de Leonardo Di Caprio ile Russel Crowe’u bir ara görmek isteyenler için Body of Lies doğru adres. Şimdiye kadar dinlediğim yorumlar genellikle sıradan bir örgüsünün olduğuna dairdi. Filmlerden müthiş şeyler beklemeyen bir insan olarak afiyetle izlediğimi söyleyebilirim.

İyi polis kötü polisçilikten sıkılanlar için onları sıkacak başka bir klişe var bu filmde. Eski polis, yeni polis. Daha doğrusu eski ajan, yeni ajan. Eskinin her şeyi iyi yaptığını düşündüğü fakat genellikle yeni olaylara ayak uyduramadığı, yeni ajanın hırsı ile pekçok olayın üstesinden gelmeye çalışması yine de elinin kolunun bağlanması. Siyasi mesajlar, içinde Türkiye’nin de olduğu durumlar. Body of Lies, dostuna bile güvenme subliminal mesajını hatta doğrudan mesajını taşıyan bir film.

Body of Lies

Mark Strong’u izlemeyi sevenler için de yepyeni bir kapı açmış oluyor. Mark’ı klas adam rolünden uzaklarda, RocknRolla’da görmeye alıştığımız halinden çok uzakta, bir şeyh olarak görünce gerçekten şaşırıyoruz. En azından ben şaşırdım. Bulunduğu rolün şeklini alabilen sıvısal adamları işte bu yüzden seviyorum.

İşkence ve garip adamların bir araya geldiği filmleri ben sevebiliyorum. Unthinkable’daki sahneleri de bu yüzden sevmiştim. Yine aynı şekilde Safe House ve diğerleri. Bir de ben klişelerle örülmüş olsa da zorluklar arasından pırtlayan aşkları çok seviyorum. Blood Diamond’ta da aynı şekildeydi hem de Leonardo ile birlikte.

İmkansızlıklar, yalanlar, entrikalar ve sona vardırılan planlar. Body of Lies benim süzgecimden geçmeye hak kazanıyor. Bence önemli olan her filmden müthiş performans beklememek. Kötü bir filme dair fikriniz olsa bile iyidir, güzeldir.

Body of Lies Trailer

Blood Diamond / Kanlı Elmas / Ya Kaşıkçı Elması?

20 Pazartesi Ağu 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

üçüncü dünya ülkeleri, kaçakçılık, kanlı elmas, leonardo di caprio filmleri, madenler, russel crowe, shutter island


Bir kez olsun beni yanılt be çocuk! Inception, Body of Lies, The Beach, Titanic, Shutter Island. Daha sayayım mı? Bence yeterli. Leonardo Di Caprio’yu çocukluktan seven bir hatunum ben. Önce hiçbir filmi bilmeden güzel bir adam olduğu için sevmiştim onu. Sonra bir dönem vazgeçtim, herkes onu seviyordu. Sonra onu sevmemek moda oldu da ben de özz’üme dönebildim. Ben bu adamın oyunculuğundan şimdiye kadar bir kez bile olsun rahatsız olmadım, aksine her seferinde benim için daha da iyiydi.

Blood Diamond, gerçek bir Kanlı Elmas. Kana susamış adamlar tarafından köle olarak kullanılan insanlar küçük umutların peşinde koşmaya çalışır ve hayatta bu küçük umutlar daima başa bela olur. Solomon nam-ı diğer Süleyman, çamurların içinde elmas ararken oldukça iri ve özel bir elmasa denk gelir. Bu elması çalmaya kalkışır, işte bu minvalde tüm olaylar gerçekleşir.

Blood Diamond’ın bu kadar çok sevilmesinin bana kalırsa 3 nedeni var. İlk olarak bu insan sömürüsünün ve elmas peşinde koşarken ezilen, dövülen ve öldürülen insanların gerçek oluşu. Afrika’nın asırlardır değerli madenler yüzünden sömürüldüğünü, insanlığın yüz karası eylemlerin yine o alanlarda olduğunu düşünürsek Blood Diamond senaryo olarak bize asla uzak olmayacaktır. Yıllardır duyduğumuz sempatiyi Solomon’a aktarabildiğimiz, onun hikayesinin içine girebildiğimiz için de kendimizi daha iyi hissederiz.

blood-diamond-kanli-elmas-izle

İkinci neden, güçlüklerin karşısında dirençli olabilecek kişileri görmemiz ve pek çok insanın film bittikten sonra aklında kalabilecek rol modellerin olması. Örneğin gazetecimiz Maddy Bowen, hayatını tamamen kendi hayatı dışında bir dünyaya adamıştır. Acının içinde yaşamayı tercih etmiş, yakından Afrika’ya bakmaya hazır bir insandır. Aynı zamanda Solomon için elinden geleni yapacak, gerektiğinde kendinin bile tahmin edemeyeceği iş birliklerine girecektir. Sadece Archer değil, Maddy de hiç beklemedikleri saflarda bulunacaklardır. İşte bu yüzden filmdeki karakterler bize bir şeylere tutunmamız gerektiği mesajını verir.

Ve son olarak -spoiler içerir- filmde yaşanması gereken ve hepimizin hayatında mutlaka bir döneminde var olan fedakarlıklardır. Solomon kendi hayatını ortaya koyarak ailesi için o elmasın peşinde koşar. Archer, Solomon ile ortak olduğu için kendi ölümüne doğru gider ve kendi hayatını bu yolda feda eder. Maddy ise sevdiği adamı feda etmiş olacaktır. Ne kadar tanıdık değil mi? Şimdiye kadar sevdiğimiz kim bilir kaç şeyden feda ettik… Sadece bir mesajı silmek istemediğimiz zamanlar olduğunu bile düşünürsek.

Blood Diamond, gerçekçiliği, bize ait oluşu ile benim top 10 listemde bulunan filmlerden. Christian ve Leonardo ikilisi için söyleyecek sözlerim hazır ve nazır. Sizi seviyorum.

Danny Archer: Sometimes I wonder… will God ever forgive us for what we’ve done to each other? Then I look around and I realize… God left this place a long time ago.

Belki de en çok ağladığım sahnelerden birisi: Solomon Vandy: Dia, What are you doing? Dia! Look at me, look at me. What are you doing? You are Dia Vendy, of the proud Mende tribe. You are a good boy who loves soccer and school. Your mother loves you so much. She waits by the fire making plantains, and red palm oil stew with your sister N’Yanda and the new baby. The cows wait for you. And Babu, the wild dog who minds no one but you. I know they made you do bad things, but you are not a bad boy. I am your father who loves you. And you will come home with me and be my son again. 

Blood Diamond – Kanlı Elmas Trailer

Black Swan / Siyah Kuğu / Obsessions Lament to Freedom

19 Pazar Ağu 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ 2 Yorum

Etiketler

anathema, angelica, balerin, beyaz kuğu, dans, kuğu gölü balesi, natalie portman, siyah kuğu


Ka-çı-yo-rum! Popülerlikten karış karış kaçıyorum. Bu yüzden şimdiye kadar Burberry atkı da takmadım, ağır olduğu aşikar fakat birden fazla kişi kullanıyor diye dünyanın en ağır parfümlerini de kullanmadım. Dan Brown’un Da Vinci Şifresi’ni kitap artık normal raflarda yer almaya başlayınca okudum. Belki de abartıyorum, belki de yanlış bir şey fakat araya cümleler girdi mi ben o nesneye ısınamıyorum.

Black Swan’ın sinemaya gelişi ve izlenişi ile birlikte bir anda patlayan “Mutlaka izleyin! Çok güzel!”, “Çok kötü… En başından tahmin etmiştim!”, “Hmm, vasat.” gibi yorumlar beni filmden soğutmaya yetip artmıştı. Filmi kendim indirip kendim izleyecektim. Öyle de oldu.

Black Swan, büyük obsesyonların ardında tıkılı kalmış bir balerinin hikayesi. Annesi gibi bir rol modeli olduğu için daima mükemmelliği arıyor ve bu yolda sağlığını kaybetmeye başlıyor.

Takıntının tamamen hakim olduğu tüm o filmleri, durumları, yaşadıklarımızı düşünelim. Sahip olmak istediğimiz nesne ya da durum ya da her ne ise, eğer obsesyon sınırları içersine giriyorsa bize zarar vermeye başlıyor. Black Swan’da da gördüğümüz tam anlamıyla bu. Kuğu Gölü Balesi’ni hazırlayan dans ekibi için bir siyah ve bir beyaz kuğu seçilmelidir. Alıştırmalar yapılır, danslar dansları izler. Balerinler parmaklarını çatlatacak kadar hızlı ve estetik olmak için büyük bir yarış içindedir. Bu sırada esas kızımız durmadan halisülasyonlar yaşar. O anda anlarız ki Nina Sayer yani Portman, akıl sağlığı tam olarak yerinde olmayan bir kadındır.

black-swan-siyah-kugu-izle

Film ilerler, sahneler hızlıca akmaya devam eder. Bana kalırsa son gösterinin olduğu sahnedeki büyük karmaşa ve kargaşa -Nina tarafından çıkarılan- tamamen onun beyin akışına vurgu yapmak içindir. O kadar çok şeyi aynı anda hızlıca düşünmek ve gerçekleştirmek, aynı zamanda kendiyle ve fikirleriyle savaşmak zorundadır ki hata yapmamalı, yapabildiğinin en iyisini başarmalıdır!

Takıntılar işin içine girdiğinde demiştim, ortaya dünyanın en beklenmedik işleri bile çıkabilir. Bazen tek bir koşu hakkımız vardır ve bu bazen 400 metre engelli koşudur. Bu yolda kendini öldüresiye yorarsın hatta bazen öldürürsün.

Nina’nın takıntıları aynı Angelica’daki gibi özgürlüğe ağıt yakanlardan çünkü Nina’nın içe alıcı ve yıpratıcı dünyasında mükemmellikten başka hiçbir şey yok.

Black Swan izlediğimde beni mutlu eden, sonunda ağlatan bir filmdi. İyi ki diyorum, iyi ki bu filmi tüm o yorumlardan uzak bir dönemde izlemişim. Aynı şeyi Inception’da da yaptım.

Bir de filmde Thomas Leroy rolünde oynayan aktör Vincent Cassel’yi görmek güzeldi. Irreversible’den sonra. 🙂

“Thomas Leroy: We all know the story. Virginal girl, pure and sweet, trapped in the body of a swan. She desires freedom but only true love can break the spell. Her wish is nearly granted in the form of a prince, but before he can declare his love her lustful twin, the black swan, tricks and seduces him. Devastated the white swan leaps of a cliff killing herself and, in death, finds freedom. “

“[last lines] 
Thomas Leroy: Nina, what did you do? 
Nina: I felt it. Perfect. I was perfect. “

Black Swan – Siyah Kuğu – Trailer

Bandidas / Bir Vahşi Batı Filmi

19 Pazar Ağu 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

bandidas, kovboy filmi, penelope cruz, salma hayek, vahşi batı


İki melez kadın, ikisi de tatlı ve güzel. İkisi de oldukça huysuz ve birbirlerini hiç sevmiyorlar? Gerçekten mi?

Bandidas, kısa süreli eğlence arayıp bir de görsellik (şöyle gözlere şenlik) arayanlar için doğru adres. Sürekli itişip didişen iki kadının nasıl kahraman olduğunu anlatan Bandidas bazı yerlerinde kıh kıh gülmenin ötesinde kahkaha attırdı bana.

Yavaş yavaş soyguncu olmayı öğrenen ve bu işten zevk almaya başlayan Sara Sandoval ve Maria Alvarez koca koca Amerikan bankalarına karşı savaş açarlar. İşin içine rahibi, dedektifi ve atlarını katarlar.

bandidas-penelope-cruz-izle

Aslına bakarsanız Bandidas, Vicky Christina Barcelona kıvamında bir film. Bu ikilinin gerçekten birbirini tamamlayan özellikleri olduğunu biliyorsunuz izlerken. Birisi oldukça höt höt bir köylüdür. Diğeri şehirde yaşamış ve nezaket kuralları çerçevesinde hareket eden şehirlidir. Birisi silahları anlar ve onlara hükmeder diğeri iple takılmayı sever. Yani birbirlerinin tuzları ve biberleridir. Başardıkları her şeyi tabii ki birbirleri ile başarmışlardır.

Filmi sevmeme ihtimali olanların sayısı yüksek olabilir fakat ben gülebildiğim filmleri gerçekten seviyorum. Beklentilerinizi yükseltmenin alemi yok. Siz sadece filmi izleyin ve gülün. Ayrıca kadınların ne kadar çok inatçı olabileceğini, kafalarını taktıklarını daima yapabileceklerini ve fantezi dünyalarının ne kadar geniş olduğunu görün.

Son olarak iki kadın ilişkisindeki anlaşılamaz bölümleri de ortaya seriyor Bandidas. Kıskançlığın boyutlarını görüyoruz. Birbirlerini kilisenin içinde öldüresiye dövdükten sonra hayatlarını kurtarmaları sanırım gel-gitli kadın ruhunu en iyi anlatan yerlerdi. 🙂

Gülümsediğim bir sahne ise şöyle:

Maria Alvarez: [to her horse] Wait for me here. Don’t talk to anyone. 

Bandidas Trailer

A Serious Man / Ciddi Bir Adam

15 Çarşamba Ağu 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

a serious man, anten sembol, ciddi bir adam, jefferson airplane, somebody to love


Anteni bir türlü düzeltemeyen adam. Zor bir hayatın içinde ciddi bir adam. Karısı tarafından terk edilen, sorunlu çocukları ve abisi olan bir adam. İki arada bir derece adam.

Bu film ne zaman aklıma gelse doğruda Jefferson Airplana – Somebody To Love geliyor çünkü filmde bu şarkı sıkça çalıyor. Bu şarkıyı bu filmde kullanılabilir yapan ise sözleri ile senaryonun bir araya gelmesi.

A Serious Man, nasıl izlemeye karar verdiğimi hatırlamadığım fakat bittiğinde yüzümde bir gülümseme bırakan filmdi. İlk olarak Yahudi hayatına dair yeni şeyler öğrenmek güzel oluyordu. Başlarına taktıkları şapkaların nasıl tutturulduğunu görmüştüm filmde. Evet firkete ile tutturuyorlardı. Ardından hahamlar ile alakalı yeni şeyler öğreniyordum. A Serious Man, bilmeyenler için minik bir el kitabı gibiydi fakat sürekli mide problemleri olan, zihinsel özürlü abinin oralarda oluşu filme farklı yönler veriyordu. Yahudiler kumar oynamazdı fakat bu abi oynuyordu. Yahudiler üzerlerinde don fanila varken sokaklarda deli gibi koşmazdı ama bu abi koşuyordu.

Film boyunca yüzünüzde yan yan bir gülümseme oluyor, ailenin oğlunun ilahi öğrenmeye çalışmasına gülüyor, garip gurup sesler çıkarmasına tebessüm etmeye devam ediyorsunuz.

a-serious-man-izle

Ortada sürekli tamir edilemeyen bir anten var. Ne olursa olsun adam ne kadar uğraşırsa uğraşsın tamir edemiyor bir türlü. İşte bana kalırsa bu anten tamamen adamın hayatının metaforu. Bu metafor sayesinde daha da emin oluyoruz adamın eksik olan yanlarından.

Karısı tarafından sevilmeyen, yan komşusu tarafından baştan çıkarılsa da yine de pek bir şey yapamayan, öğrencisinden rüşvet almayı reddettiği için tehditlerle başbaşa kalan, oğlunun kendini kanıtlaması beklenildiği günde ot içerek sapasağlam bir kafa olmasına da bir şey yapamayan bir adam.

Fakat ortada bir hahambaşı var ki, onun yanaklarını sıkıp öpmek istememek imkansız. O daima meşgul fakat çatır çatır Jefferson dinliyor.

when the truth is found to be lies
and all the joy within you dies

don’t you want somebody to love
don’t you need somebody to love
wouldn’t you love somebody to love
you better find somebody to love

when the garden flowers baby are dead yes
and your mind is full of red

don’t you want somebody to love
don’t you need somebody to love
wouldn’t you love somebody to love
you better find somebody to love

your eyes, i say your eyes may look like his
but in your head baby i’m afraid you don’t know where it is

don’t you want somebody to love
don’t you need somebody to love
wouldn’t you love somebody to love
you better find somebody to love

tears are running ah running down your breast
and your friends baby they treat you like a guest

don’t you want somebody to love
don’t you need somebody to love
wouldn’t you love somebody to love
you better find somebody to love

A Serious Man Trailer

Arizona Dream / Amerikan Rüyası / Bir Kusturica Filmi

14 Salı Ağu 2012

Posted by Öznur Doğan in Filmler, sinema, film inceleme

≈ Yorum bırakın

Etiketler

amerikan rüyası, arizona dream, çingeneler zamanı, black cat white cat, emir kusturica, freaks, johnny depp, north by northwest, the wizard of oz


Ben henüz iki yaşındayken herifçioğlunun teki film çekiyor, bir diğer herif bal gibi müzikler yapıyor ve üçüncü herif yaşına da başına da aynaya da bakmadan filmde oynuyor. Arizona Dream’den bahsediyorum. Evet, fotoğrafta gördüğünüz üzere.

Emir Kusturica’yı Black Cat White Cat’ten tanıyan, daha sonra Time of the Gypsies ile seven birisi olarak Arizona Dream’in onun olduğunu öğrenince bayağı bir sevinmiştim. Madem ortalarda Emir vardı, müzik daima iyi olacaktı. O noktada efsane bir soundtrack listesi devreye giriyordu. Filmin başrolünü söylemeden geçmek benim haddime değil. Johnny Depp diye de bir gerçek utanmamış, gencocuk hali ile başrol olmuştu.

Arizona Dream, uzun zaman seyretmekten uzak kaldığım fakat izlediğimde hiç de pişman olmadığım bir filmdi. İtiş kakış, dövüş dalaşı seven birisi olarak iki sayko kadın ile iki aptal adamın bir araya geldiği bu masalı çok sevmiştim. Oyunculukları, karakterlerin gerçek hayata yakınlıkları, sahneleri ve hikayeyi çabucak benimsemiştim. Arizona Dream, Amerikan rüyasının görünmeyen kısmıydı. Buzdağının alt tarafıdır.

Başka parçalara gönderme yapması ile de oldukça sapasağlam ayaklar üzerinde duran Arizona Dream sırasıyla; Nanook of the North, Freaks, The Wizard of Oz, North by Northwest, Chitty Chitty Bang Bang, Once Upon a Time in West, Rocky, The Sheltering Sky ve Terminator 2’ye göz kırpar. İşte size güzel bir ipucu. Eğer bir filmde birden fazla referans varsa ve bu referanslar da doğru kullanılmış ise senaristin ve yönetmenin seviyesini görmüş olursunuz.

arizona-dream-arizona-hayali-izle

Film sadece oyunculuk ve hikaye açısından değil sözler ve anlatımlar açısından da bir yudum su kıvamında. Hayata tutunmaya, geçmişten uzakta yaşamaya çalışırken geçmişin göbeğine düşen Axel, hayatı şöyle anlatıyor:

Axel Blackmar: Whenever I try to remember my dreams, I always turn ’em into stories. But dreams are like life. You can’t catch it with your hands because you can’t catch something you don’t really see. If you believe in your dreams, you could be sure that any force, a tornado, a volcano or a typhoon, wouldn’t be able to knock you out of love; because love exists on its own. 

Axel Blackmar: Elaine, I was trying to tell ya the other night: Eskimos believe that even though you die, you’re never really dead. 
Elaine Stalker: What are you then? 
Axel Blackmar: Uh, you’re Infinity. See they believe that when the physical suit of skin dies, it becomes apart of the Earth. But your soul, keeps going, y’know? Into other things like uh, trees or fish or rocks. Or even other people who’re actually at that point you. 
Elaine Stalker: What if you don’t like what you’ve turned into? 
Axel Blackmar: You just wait. You wait a few years and then you’ll turn into something else. 

Bu filmi sevin, sevdirin. Arizona Dream, Leyla ile Mecnun gibi. Kendi düşlerinde kaybolanların hikayesi.

Arizona Dream Trailer

← Older posts

Abone Ol

  • Entries (RSS)
  • Comments (RSS)

Arşivler

  • Eylül 2017
  • Ağustos 2014
  • Şubat 2014
  • Kasım 2013
  • Temmuz 2013
  • Haziran 2013
  • Mayıs 2013
  • Nisan 2013
  • Mart 2013
  • Şubat 2013
  • Ocak 2013
  • Aralık 2012
  • Kasım 2012
  • Ekim 2012
  • Eylül 2012
  • Ağustos 2012
  • Temmuz 2012
  • Haziran 2012
  • Mayıs 2012
  • Nisan 2012
  • Mart 2012
  • Şubat 2012
  • Ocak 2012

Kategoriler

  • Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım
  • Filmler, sinema, film inceleme
  • Güncel, gündem, medya
  • Sanat, resim, tiyatro
  • Seyahat, mekanlar, hatıralar

Meta

  • Kayıt Ol
  • Giriş

WordPress.com ile Oluşturulan Web Sitesi.

Gizlilik ve Çerezler: Bu sitede çerez kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek bunların kullanımını kabul edersiniz.
Çerezlerin nasıl kontrol edileceği dahil, daha fazla bilgi edinmek için buraya bakın: Çerez Politikası
  • Takip Et Takip Ediliyor
    • Öznur Doğan
    • Diğer 123 takipçiye katılın
    • WordPress.com hesabınız var mı? Şimdi oturum açın.
    • Öznur Doğan
    • Özelleştir
    • Takip Et Takip Ediliyor
    • Kaydolun
    • Giriş
    • Bu içeriği rapor et
    • Siteyi Okuyucuda görüntüle
    • Abonelikleri Yönet
    • Bu şeridi gizle
 

Yorumlar Yükleniyor...