• BEN KİMİM? / NEDEN YAZIYORUM?
  • SİZDEN GELENLER
  • Copyleft

Öznur Doğan

~ La beaute est dans la rue!

Öznur Doğan

Monthly Archives: Haziran 2012

Albert Camus’yü Okumak / Mutlu Ölüm ve Yabancı

28 Perşembe Haz 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

albert camus, öznur doğan, düşüş, içimdeki deniz, kitap inceleme, kitap tanıtım, mar adentro, mutlu ölüm, oznurdogan.com, yabancı


Zordur. Albert Camus şimdiye kadar pek çok insan tarafından karmakarışık (!) bulunduğu için bir kenara bırakılmıştır. Albert Camus okuyacaklara en büyük tavsiyem tüm dikkatlerini kitaba vermeleri gerektiğidir.

Şimdiye kadar yalnızca üç Camus kitabı okumama rağmen bu izlenime çoktan kapıldım. Aslında daha ilk anlarda yani Camus ile ilk tanıştığımda anlamıştım bu adamla çok iyi anlaşamayacağımızı. Yabancı adlı kitabını çok kez duymuş fakat okuma fırsatı bulamamıştım henüz. Bir yerlerden bulmam gerekiyordu bu kitabı. O dönemde de Hürriyet Gazetesi kitapları dağıtmakla meşguldü. Ellerinde kalmış herhalde normalde yapmazlar böyle güzellikler. Aldım kitabı elime, başladım okumaya. Genç bünyeme ters düşüverdi Camus. Daha lise ikinci sınıftayım. Okuduğum kitapların içerikleri hiç Camus’leşmemişti. Anlamadım. Hikayeyi algılayamayan beynim kitabın kapağını da kapattırdı. İki buçuk sene sonra açabildim.

Yabancı bittiğinde kendimi bir çuvalın içinde taşıyormuşum gibi hissettim. Üzerimden dozer değil jet geçmişti. Yorulmuştum fakat garip bir galibiyet gülümsemesi vardı yüzümde. Albert Camus ile bir kez tanışmıştım ve benim tabiatımda tanıştığım insanları unutmak yoktu. Sadece ara veriyor ve biraz uzaklaşıyor, yorumlardan ve beynimin bağlantılarından uzaklaşıyordum. İkinci kitap müthiş bir kitapkurdu olan arkadaşım tarafından armağan edildi. Düşüş.

Üzerine bir şeyler yazmamı da istemişti kendisi. Sanırım yazdıktan sonra bu yazıyı ona yollamayı unuttum, ancak o da hiç aman efendim şuralarda bir Albert yazıyordu, Camus yazıyordu demedi. Olmaz! Dikkat gerek, takip gerek. Dönelim Düşüş’e. Düşüş benim için boyut ötesinde bir noktada oldu. Camus’yü okumak benim için hala zordu fakat aldığım keyif Yabancı’dan çok daha fazlaydı. O yazımın linki tam da şurada aslında.

Ve ardından doğum günümde bir diğer arkadaşımın hediye ettiği Mutlu Ölüm. Mutlu Ölüm benim için Camus üçlüsüne nokta atışı yapıyor. Dünya üzerindeki nadide threesomelardan bir tanesi olma özelliğine sahip. Sanki hepsi birbirini çoktan tamamlamışlar da birileri bunun haberini bize vermemiş gibi. Sonra düşünüyorum, Albert Camus’nun bunların hepsini tek bir roman için yazdığını hayal ediyorum. Konudan uzaklaşıyorum, Mutlu Ölüm üzerine düşünmeye başlıyorum.

Hem Mutlu Ölüm hem de Yabancı benim üzerimde buz parçasının dolaşması etkisi yaratıyor. İnsanın ne zaman ölmesi gerektiğini düşünüyorum Mutlu Ölüm’den sonra. Ne zaman kabul eder ki İçindeki Deniz’i? Bir seri katil olmayı başarabilir miydiniz peki? Bu hayatta kaç kişi bir tekerlekli sandalyeye bağlı kalarak yaşamayı kabul eder.

Albert Camus işte bunu yapıyor. Demir bir yumruk ile vuruyor karnınıza. Onda hiçbir şey tek boyutta değil. Sebepler ve sonuçlar, başlangıçlar ve bitişler… Hepsi bir flu fotoğrafta saklı.

Albert Camus okumak bana hiç kolay gelmesi. Çok kolay diyenin de alnını karışlamayı borç bilirim. Yeni kitaplara dalsak mı dersiniz?

Empati’nin Olasılıksız’lığı

28 Perşembe Haz 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 4 Yorum

Etiketler

adam fawer, öznur doğan, empati, jean christophe grange, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, olasılıksız, oznurdogan.com, şizofren aşka mektup


Yunanistan’a yolculuk başlamışken ve yol da hazır 6 saat sürecekken yeni bir kitaba başlamanın tam zamanı dedim yıllar önce. Dan Brown’ın kol gezdiği bir dönemdi sınıfta. Herkes güzel oranlarda kitap okuyordu. Bir kitap 12 kişi tarafından okunuyor ve sonra sahibine teslim ediliyordu. Dil sınıfı olarak güzel patlamalardaydık. Bir gün arkadaşım sınıfa Olasılıksız’ı getirdi.

Olasılıksız’ın iyi patlama gösterdiği bir dönemdi. Evet, herkesin okuduğu bir kitabı neredeyse ilk defa aynı dönemde okuyacaktım. İlki yaşamanın tedirginliğini yaşıyordum. Kitabı yanıma almış olmaktan mutluydum. Okumaya başladım. Olasılıksız şimdiye kadar okuduğum kitaplara bir nebze benziyordu fakat farklı bir örgüsü vardı. İlk olarak kafa içindeki sesleri duymak ve kendimce hesaplamalar yapabiliyor olmayı sevmiştim. Ardından daima bir yerlerde yanık et kokusu aradım. Şizofren değildim, henüz böyle bir koku hiç almamıştım ama Olasılıksız’da baş kahraman olmayı enteresan bir iç güdü ile istiyordum. Garip yaratık şu insan dediğimiz.

Olasılıksız’ı 6 saatlik yolculuğun sonunda bitirmiş olmanın keyfini yaşıyordum fakat tatilde okuyacak kitap kalmamıştı. Ben de kitabı tekrar kurcalamaya karar verdim. Jean Christophe Grange’de yaşadığım “Bu adamlar bunları nasıl yazıyor?” sorularına tekrar gark oldu beynim. Açıklama getirmek gittikçe zorlaşıyordu. Ardından Empati geldi.

Empati hikaye olarak bana daha yakındı. Zaten burnumun da yanık et kokusu alacağı yoktu. Domuz gibi sağlam bir bünyem vardı anlayacağınız. Deliliğin peşinde koşturmak da yoruyordu biraz. Yeterince söz etmiştim delilikten ve ona dair her şeyden. Şizofren Aşka Mektup’u bile daha öncesinde okumuştum. Beyin beyin değil, çöplük.

Empati’yi okudukça Olasılıksız’ı geri plana itmeye başladım. Empat olma isteği ile yanıp kavruluyordum. Empat nasıl olunabilirdi? Herhangi birisi gerçekten empat olabiliyor muydu? Ben hangi empat olmayı seçerdim? Empati’yi okurken sorular soru üstüne geliyordu. Öncelikle kendimi tanımam gerekiyordu. Sesleri mi daha çok seviyorum renkleri mi? Yoksa tatları mı?

Asla iştahsız bir çocuk olmadım. Ardında bir şey seçtim kendime. Empat tabii ki de olamazdım ama bir empat gibi yaşayabilirdim. Tatları duyabilirdim örneğin. Bir makarnanın hafif tok sesini, elmanın ise inceye yakın… Zamanla kendimi empat olduğuma da inandırdım. Birazcık sayko potansiyeli yok değil, evet. Fakat beni içine alacak bir aksiyon yoktu. Burası İstanbul’du. Haval cümlelere dahil olması için İstanbul’un en az bir 3 senesi vardı. Demem o ki, Adam Fawer yazmış icat etmiş, kahrını ben çekiyordum. Empati Olasılıksız’ı solda sıfırda bırakmıştı gözümde. Birçok kişi Olasılıksız’ı ilk gözağrısı olarak görüyor ve vazgeçmiyordu fakat ben Empati’yi daha önlere alıyordum listede.

Romanları hala okumamışlara sesleniyorum, hiçbir şey için geç değildir. Başlamak kazanmanın yarısı, el elden üstündür. Damlaya damlaya göl olma ihtimali ise bir hayli yüksek.

Cemo Bir Köy Adamıdır

22 Cuma Haz 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

100 temel eser, öznur doğan, can yayınları, cemo, ince memed, köy, kütüphane, kemal bilbaşar, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, meb, oznurdogan, oznurdogan.com, tarla, türk dil kurumu, türk dil kurumu roman ödülü


Kemal Bilbaşar’ı bilir misiniz bilmem. Çanakkale’de doğmuş ve hayatını edebiyata adamış bir aydın adam. Cemo isimli kitap ile Türk Dil Kurumu Roman Ödülü’nü alan ve kitabı MEB’in 100 Temel Eser listesine girmiş bir yazar. Kemal Bilbaşar, bilen için çok bilmeyen için hiç bir adam. Kemal sessiz ve sakin, gürültüsüz bir adam.

Cemo’yu okul kütüphanesinden yürüttüğüm günü hatırlıyorum. İsmi dolayısıyla almış olma ihtimalim çok yüksek. Lisede kütüphaneden iyi kitap yürütmüşlüğümü düşünürsek kitap okuma aşkının bende küçük çapta kitap hırsızlığına dönüştüğünü görebiliriz. Ancak şimdiye kadar değer verdiğim tüm hocalarım şunu diyebilecek açık yüreklilikteydi, “Kitap çalmak öğrenciye mübahtır.” E o zaman en sevdiğim!

Cemo’yu uzunca bir süre okuma sırasında geri ettim. Köyü bilen, her yaz toprakla haşır neşir olma fırsatı bulan bir çocuk olarak Cemo daima cepteymiş gibi geldi. Bir şekilde Kemal anlatacak, ben okuyacağım ama sanki bu Kemal hep benim bildiklerimi anlatacak.

Kitabı okuma zamanım geldiğinde isme dikkat ettim o anda. Cemo. Neden Cemo’ydu? İnce Memed gibi miydi örneğin? Hikaye içinde hikaye, köy içinde yaşam mıydı? Cemo nereliydi? Okumaya başladım.

Irkların birbirinden ayrılıyor oluşundan hoşlanmam. Aslına bakarsanız ırk meselesinden hoşlanmam fakat bir tedirginlik de yok değil üzerimde. Meseleler açıldığında keyfi kaçan ve bu konularda tartışmaktan uzak olan da benimdir. Cemo’yu bu yüzden temkinli okumaya çalışıyorum. Kürt – Türk meselesinde iki arada gidip gelirken tarafsız bakmaya uğraşıyor, kitabın tadını almayı amaçlıyorum ve fakat sonra bakıyorum ki kendimi kasmama hiç bu kadar gerek yokmuş. Kemal zaten çoktan bilmiş kıvamını da, yapması gerekeni de. Bir Ege insanı olarak -Kemal ile aynı bölgedeniz- o an anlıyorum ki o yakın görmüş kendisine bu insanları. Çünkü ineği sağmanın, gebeliğin ve gebe kalamamanın anlamı tüm köylerde aynı.

Tüm köylerde eşkıyanın resmi de aynı fotoğrafı da. Köy dediğiniz işte bu yüzden Türkiye içinde genel geçer bir şey. Garık kelimesi başka yerde başka bir şey olsun. Eminim okurken anlayan en az 3 kişi vardır. Ya da kış geldiğinde köyün seferberliği… Bu da aynıdır köy dilinde. Köy dilinin kemiği imece üzerine kurulmuştur. Un biterse, yanda vardır. Yağ çoksa, birilerine verilebilir.

Yani kitap aslında tamamen ırklardan arınmıştı. Kürt, Türk, Çerkez, Laz! Kimse fark etmiyordu köyde. Eğer hamile kalamazsa kadın, tüm köylerde kusurlu ve geri plandaydı. Eğer hasat vakti geldiyse, tüm köy ile birlikte hasat yapılacaktı.

Köyün dili birlikti, aileydi. Birbirine ayakbağı olanların bile ayağına ayakkabıydı. Köy, toprak kokuyordu; saf aşk kokuyordu. Köy, adamakıllı köy kokuyordu.

Aşkın Ömrü Kaç Yıldır?

21 Perşembe Haz 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 2 Yorum

Etiketler

aşk, öznur doğan, doğan kitap, edebiyat, frederic beigbeder, gaziosmanpaşa, kitap çadırı, maroia, oznurdogan.com, renan akman, ışk


Lise ikinci sınıfta kitaplar ile yüz göz olmaya başlayınca dedim ki bol bol kitap almalıyım. Fakat o zamanlar mideme dikkat etme gibi bir problemim var. Harçlığımın %50’si yemeğe gidiyor. Homunu homunu yemek yiyorum. (Bu oran %150’e çıkacaktır son sene) Gaziosmanpaşa’nın merkezinde kitap çadırı! A-ha! dedim, işte tam da burası benim aradığım yer. Kitap çadırını 5 kere tavaf etmeme rağmen kendime göre bir kitap bulamadım. Hem fiyatları yüksek gelmişti hem de basımlarının kötü olduğu 75.000 kilometreden belli oluyordu.

Son çıkış bölümüne yaklaşırken gözüm bir sepete ilişti. Bir sürü kitap… Seçmece bunlar seçmecee! Seçmeye koyuldum, sanki seçmeyi çok biliyormuşum gibi. Bir kitap çekiyorum, yazarın adını bilmiyorum. Bir kitap çekiyorum, kitabı ömrüm boyunca hatırlamayacağıma anında beynimin söz verdiği… Bir kitap çekiyorum sümmehaşa! Allah allah! Kocaman sepet yahu işte, nasıl olmaz güzel bir kitap? Güzel kitapları da çok iyi biliyorum ya!

Artık sepet atıl yetil olmaya başlayınca karşıma iki kitap çıkıverdi. İlki Aşkın Ömrü Üç Yıldır! Doğan Kitap’tan çıkmış, yazarı Frederic Beigbeder, çevireni Renan Akman. E güzel. Aşkın ömrünü bulmuşlar, aşka zaman biçmişler. Ameliyat masasına almamışlardır herhalde aşkı diyorum. Frederic’in ismini gözüm tutuyor. Kitap da ince mi ince. Mis! Şimdiki para ile 4 lira 75 kuruşa alıyorum kitabı. Sudan ucuz! Bir diğer kitap ise Gecenin Anlamı. (Bu kitap benim için özeldir ve şu anda Polonya’da olan arkadaşım Ceren’e armağan etmişimdir. Etmese miydim?)

Kişisel gelişim kitaplarından nefret eden ben, aman canım aşkı da öyle mahvetmemiştir diyerek dalıyorum romana. Kimyasallar, katalizörler, kıvır and zıvır birbirinden ayrı şeyler. Roman desen roman değil, mektuplaşmalar fakat bir karşılıklı görüşme değil.  Üzülüyorum yanlış kitap seçimi yaptığıma. Sonuçta 5 lira vermişliğim var. 5 lira demek 2 gün yemek demek. La havla vela! Kitaba kaldığım yerden devam ediyorum, aşkın ömrünün üç yıl olduğuna beni kafadan inandıramayan Frederic, mecburen tozlu raflarda kalıyor.

Bana kalırsa aşkın ömrü yok. Aşk ya yaşıyor ya da ölüyor. Bir ilişki aşkın ölmesi ile de başlayabiliyor, yemyeşil yeşermesi ve hayat bulması ile de. Aslında aşk üzerine bu kadar konuşmak yersiz, aşk bu kadar anlatılması gereken bir şey değil. Aşık adam şöyle yapar, aşık kadın böyledir genellemelerinin hepsi eksik. Aşk, paradoksaldır, görecelidir. Aşk ışk kelimesinden gelir. Işk da yaratmanın özüdür. Yani aşkı da sen yaratırsın, ışkı da.

Aşk üzerine bu kadar çok konuştuktan sonra ben de kendimi yalanladım. Ah bu ben, kendimi, nerelere vursam? Ya da bursam! Ödev yapmalıyım. Zaman ilerliyor. Tik, tak. Tik, tak!

Bana Yakın Bir Gülten Akın

20 Çarşamba Haz 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 2 Yorum

Etiketler

öznur doğan, beyaz mantolu adam, göğe bakma durağı, gülten akın, ilkyaz, kadınsı, kaplan, kestim kara saçlarımı, maroia, oznurdogan.com, raşit çavaş, seyran destanı, sonbaharda bir salı, sunay akın, Turgut Uyar, yağmur altındaki adam


Gülten Akın’ı okumaya başlamak yeni bir maceraya sürüklenmek demek. Önsözde Raşit Çavaş’ın bahsettiği şey de tam olarak bu. Şöyle bir alıntı ile çıkıyorum yola:

“Ülkede yasaklar artıyorsa, çağa ters düşen gelenekler hala sürüyorsa, erkeklik kavramı ve baskısı kadınlar üzerinde hala sürüyorsa, bütün bunlara, sadece ‘kara saçları’nı keserek değil bütün dizeleriyle karşı çıkan bir Gülen Akın’ı baktığınız her yerde göreceksiniz.”

Gülten Akın pek çoklarımızın bilmediği bir şair. Nedeni çok basit. Say denildiğinde yüzlerce erkek şair sayarsınız da art arda, kadın şairlerde tıkanır kalırsınız. Çünkü sanki hiçbir iş olmadığı gibi edebiyat da kadının işi değildir. Kadın bu ya, otursun evde. Elinin kadın hamuru ile ne şiire ne yarin zülfüne ne de bam teline dokunsun. Kadın çünkü, otursun ve çocuk büyütsün. Ancak Gülten’in niyeti yok oturmaya evde, biçki dikiş de bilir de en çok kelimeleri işlemeyi bilir kağıt üzerine.

Şöyle sıralıyorum Gülten’in şiirlerinden parçaları, ilk olarak Sonbaharda Bir Salı

“Bir büyük şehrin kalabalığında

Yaşadığını duyuyordu her şeye rağmen”

Kocaman şehirlerde, minicik kalabilen insanları biliyordu o örneğin. Yaşamanın tadını da biliyordu, birisini yaşatmanın da. Birisi ile birlikte  yaşamanın ne demek olduğunu da biliyordu, günlerin yaşanamayışını da.

Beyaz Mantolu Adam gibi Yağmur Altındaki Adam‘ı gözlüyordu gizlice. Yağmurun yenilemenin yanında yeniden günahla yıkadığını hatırlatıyordu. Yağmur belki de akla düşen bir seldi, tüm hatıraları silmek üzere hazırlanmış. Yağmur aslında içimizdeki yeldi, tüm anıları süpürmek üzere hazırlanmış.

Gülten’in kelimeleri aksak, Gülten’in kelimeleri tekrar ve tekrar üzerine. Kelimelerle oynamayı seviyor Gülten. Neden bana yakın bu kadın? İşte bu yüzden bana yakın bir Gülten Akın. Kadınsı şiirinde kendine bakıyor, içindeki adamın var oluşuna, ikisinin bir araya gelişine tepeden bakıyor. Nelere aldandık ve nelere aldanmadık ki şimdiye kadar. Bizi bu adamlar mahvetti.

Sonra kesiveriyor saçlarını, Kestim Kara Saçlarımı diye ilan ediyor. Kadını bağlayan tüm urganlardan, tüm yargılardan ve olaylardan koparmaya çalışıyor. Kesiyor kara saçlarını, illa da bele kadar inme zorunluluğunda olan. En kadın saçları. Gülten’i bu yüzden seviyorum, ben de çok zaman önce Kestim Kumral Saçlarımı. Son olarak

“Şimdi şaşıyorum bir toplu iğneyi

Bir yaşantı ile karşılayanlara

Gittim geldim kara saçlarımdan kurtuldum.”

Aşkı biliyor, kadınlığı biliyor bu kadın da yalnızlığı mı bilmeyecek? Kaplan şiirinde yalnızlığa adım atıyor sakin ve sessiz

“Yalnızlık bakımlı otlar arasında

Kendiliğinden açan çiçek.”

Yani, yalnızlığa ne siz karar verebilirsiniz ne de bir başkası. Yalnızlık asidir, tek başına hareket etmeyi sever. Nerede bir güzel ot var, onun dibinde biter. İstenmeyen ot misali.

İlkyaz gibi karşımda sonra… “Ah, kimselerin vakti yok

Durup ince şeyleri anlamaya”

Söyle be kadın, bu kez söyle. Nelerdir bu ince şeyler ve kimlerdir bu kimseler? Kimsesizler ve şeysizlere yol göster. Oturalım, birlikte çözelim… Tüm heceleri anlamaya çalışalım. Zaman hızlıca akıp gidiyor, zamanı tutabilene aşk olsun. Bir oturalım şöyle, ellerimize bakalım, ele bakalım. Eller ne diyor bize, biz nasıl bakıyoruz onlara. Bir bakalım. Turgut da gelsin, birlikte göğe bakalım.

Şiirlerde kendimi bulmaya çalışmam belki de Gülten’in beni anlatmaya çalışmasındadır.

“Bense yirmi yıl bakmadan çizdim duvarları

Bir anaç çizgide derinleşerek”

Derinleşerek büyümek mümkün böyle şiirler ve şairlerle. Derinleşmek, kendinin en derinine inebilmek. Çıplak bir halde bakabilmek kendine. İşte belki de bu yüzden, her yeri anlatan, her şeyi anlatan duvarları çizdik birlikte. Çünkü hangi ülkeye gidersen git, duvarlar daima sokağı yani bizi anlatırlar.

Politikanın tam içine düşmüş, siyasete nefer, kılıcını kuşanmış, destana gider. Seyran Destanı’nı yazmış bir de. Destanlar imkansız göründükleri için destandır, kulaktan kulağa, ağızdan ağıza gezmiştir kocaman bir ömür boyunca. Destansıdır bu yüzden, akla gelmeyecek gerçekleri taşır. Bir adamı, bir kadını, direnen insanları taşır.

Sonra sadece şiirlerden ayrı bu satılar kalıyor geriye:

“İnsan

Bazan

İçinden içinden büyür insan bazan.” 

“Bir de seni seviyorum fotoğrafı

Neden sen yoksun içinde unutmuşum bunu

Atmışsın kendini çerçeveden dışarı.”

“Her denize kıyı olabilir misin?”

Gelin birlikte, en az bir denize, bir kıyı olmayı deneyelim.

Yenilik Haberi

16 Cumartesi Haz 2012

Posted by Öznur Doğan in Güncel, gündem, medya

≈ Yorum bırakın

Etiketler

antieksi, antisourtimes, öznur doğan, facebook, gezgin, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, müzik, mekanist, oznurdogan, oznurdogan.com, ozznurdgn, pinterest, sinema, twitter, uludağsözlük


Bu bloga başlarken aklımda hayatıma ve sevdiğim her şeye dair bir şeyler yazmak vardı fakat kitap tutkum bunların önüne geçti ve bloga yön verdi.

Şimdi yapmak istediğim şey yepyeni bölümlerle daha geniş çapta anlatmak her şeyi.

Bölümlerin neler olacağına karar verdim bile. Sırasıyla yazmaya başlayacak ve hayat dolu bir bloga dönüştüreceğim burayı.

Desteklerinize talip olduğum doğrudur. Yorumlamak, beğenmek ya da günahı kadar sevmemek… Hangisini düşünüyorsanız düşünün, hepsine hazırım.

Hayatlarımızı birleştirmeye ne dersiniz?

(Vesikalık fotoğrafımda ilk defa bu kadar güzel çıkmışım. Mmm..)

Gelmiş Bulundum

14 Perşembe Haz 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

öznur doğan, bedirhan toprak, duygular, Edip Cansever, gelmiş bulundum, içinden doğru sevdim seni, koro, maroia, masa da masaymış ha, mendilimde kan sesleri, naif, oznurdogan, oznurdogan.com, pas, ruhi bey, su, tragedyalar, ts.elliot, yerçekimli karanfil, şair, şey şey şey ve şeylerden, şiir incelemesi


Bu adamlar şair, bu adamlar hepimizden farklı. Edip Nazım Hikmet ile başlayan şiir serüveni Edip Cansever’le devam eder. Ardından Gülten Akın gelecektir, bunun da farkındayım. Şiirler ile haşır neşir ve hatta can ciğer kuzu sarması olabilmemin nedeni onları okuyabilmek için bir zaman beklemek değil. Şiir, her an her saatte okunabilecek bir şey… Yeter ki kimi okuduğunuzu bilin.

Edip Cansever! Bir garip bakışlı adam. Şöyle çakmak çakmak açtı mı gözlerini dünyaya, demek ki bir şiir çıkacak elinden. Dikkat! Yaralar şiirler. Edip Cansever’in en büyük silahıdır şiir, arkada kemerinde saklar. Gerektiğinde en hızlı da o çeker silahını, kimsenin esamesi okunamadan.

Gelmiş Bulundum Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan şiir kitaplarından. Hazırlayan Bedirhan Toprak. Peki kimdir Behirhan Toprak? Neden elini Edip’e bulamıştır? Edip kadar duygu yüklüdür çünkü, Edip kadar naif.

“çıplaktım
bütün mevsimlerini yağan bir yağmur görüyordum o bütün mevsimlerini
yağan yağmurun bütün çınarların bütün yapraklarından damla damla
ışıklarını görüyordum o bütün mevsimlerini yağan yağmurun bütün
çınarların bütün yapraklarından damla damla ışıklarının aktığı bütün
o unutuş ırmağının yüreğini görüyordum o bütün mevsimlerini yağan
yağmurun bütün çınarların bütün yapraklarından damla damla ışıklarının
aktığı bütün o unutuş ırmağının yüreğinin haykırışını
ellerimde görüyordum
gözlerimde görüyordum
saçlarımda görüyordum”

diyordu. Karmaşıktı Edip kadar. Edip’e hep Cemal diyesim gelir.

Sonra düştüm Edip’in peşine, Gelmiş Bulundum’un sayfalarını araladım, tüm sayfalarını sayfalar içinde kapadım.

Masa Da Masaymış Ha… şiirinde masaya ne koyduysa aynısını koydum. Yaşama sevincimi koydum, anahtarlarımı, çiçekleri, sütü, yumurtayı, pencereden gelen ışığı, havanın yumuşaklığını…

Şair kere şair adam, masaya aklında olup bitenleri de koymayı başarıyor, biranın dökülüşünü de. Canım bira çekiyor, gribim bu günlerde. Bira bana yasak. Bırakın Edip içsin. Edip’le bira içesim gelir.

Sonra bu narin adam, bu çakmak bakışlı, sigarasını yakarken elini siper yapan adam Yerçekimli Karanfil’i yazar.

Biliyor musun? az az yaşıyorsun içimde

Oysa ki seninle güzel olmak var

Örneğin rakı içiyoruz, içimize bir karanfil düşüyor gibi

Sen yerçekimli bir karanfilsin, düş içimize diyor. İçime çektiğim karanfilsin, bir sevdanın büyütüldüğü…

Sonra Şey Şey Şey ve Şeylerden çıkıyor karşıma. Nerenden başlasam seni soymaya, sevgili şiir. Şöyle beylik lafların var, şöyle incelikli;

bir adam kendi tiyatrosunda, tamam
bir köpek sokak değiştirdi, korkak
ici süt dolu bir lokanta, ve kapandı
ben ağzıma geleni söyledim, öyle
gene bir ağaç öttü, bu kaçıncı.

sevişsek olmaz mıydı, varan bir
elbette olurdu, bir kır çiçeği bir bulut
bir gülüş kanamak üzere, ve gizli
ve çabuk tarafından bir şey, şarap
aşk gene kelime değiştirdi, vahşi.

güneşe çıktık, bunu unutma, varan iki
ne uzak bir sesimiz vardı, efsane
gelince çile geliyordu bir çay
oysa biz iki demiştik, varan üç
gözler ki demeye kalmadı, derin.

kimbilir ne seviştik ki saat kaç
elleri tetikte bütün gazetelerin.

Hiçbir bölümü atıp kaçamıyor, çırpıp kurtulamıyorum. Sanki bir kelimeyi yerinden oynatsam tüm mısralar taarruza geçeceklermiş gibi. Sanki tüm kelimeler düşman olup gideceklermiş.

Aklım okulumda, aklım sınavların açıklanmasında. Aklıma şiir dersi geliyor, T.S.Elliot. Ne yapmış bu zat-ı muhterem? Şiir benim değil mi, yıkarım gelenekleri demiş. Bir aşk şarkısı yazdırmış anlatıcısına ama aşk şarkısı asla aşk şarkısı olamamış. Şiiri de uzun, adam akıllı. Mısralar desen çıkmış yoldan. Kafiye ve uyak var, ama bildiğimiz gibi değil. Sonra gözüme çarpıyor işte Edip’in bir şiir, hemen aklıma Elliot geliyor. Tahtakale şiirinde gözümün önünde birden fazla şair oluyor.

İnsanın kendi tragedyasını yazıyor Edip. Tragedyalar III / Koro. Hep beraber birbirimizin hikayesini anlatmaya başlıyoruz;

birden bire yapayalnızsanız her yerde
ve bundan korkuyorsanız
en küçük şeylerden bile. örneğin birine saati sorsanız
karşıdan karşıya geçseniz bir caddede
sesinizi alçaltıp dikkatle bakaraktan çevrenize
biriyle bir şeyler konuşsanız
ve her gün kitaplar, dergiler alsanız. postacı her gün mektup getirse
sözgelimi bir resmi dairede
fazlaca oyalansanız
şöyle bir iki otobüs kaçırsanız üst üste neden olmasın
kaldı ki, hiçbir şey yapmasanız bile
tuhaftır
sanki herkes kuşkuyla bakacaktır yüzünüze.

Ben şairi, kelimeleri ile severim. Edip’le kelimeleşesim gelir.

Su, Pas ve cendilimde Kan Sesleri. Sen sen ve sen! Siz üçünüz! Yani nasıl koparayım cümleleri, nasıl anlatayım derdimi? Yardımcı da değilsiniz sorularıma. İşiniz ve gücünüz sorun yaratmak.

Ama kırıyorum zincirlerini şiirlerin, mısraları özgür bırakmak adına.

“Herkes dünyayı bir yanından onarıyor sanki”

“Bir gün, bir uzun gün bir aynanın önündeyim

Kirpikler ve saçlar bitti

Gövdem duvara sürte sürte inceltilmiş bir nesne gibi

Dalgın ve uzun

Uzun ve sisli

Ben ki gövdemle tattım gövdemi, iyi bilirim”

“Ahmet abi, güzelim, bir mendil niye kanar

Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar

Mendilimde kan sesleri.”

Yıkarsın ve yeniden yaparsın, en sonunda yeniden yıkarsın Edip. Kelimelerin dostu ve kelimelerin düşmanısın. Ruhi Bey’e takmışsın kafayı, Ruhi aşağı, Ruhi yukarı. Bırak rahat şu adamı!

Yine de bir kadına İçinden Doğru Sevdim Seni diyebilirsin, büyük aşk sözleri edebilirsin. Büyük aşk sözleri nasıl yakışıyor ağzına, tekrar söyle;

“içinden doğru sevdim seni
bakışlarından doğru sevdim de
ağzındaki ıslaklığın buğusundan
sesini yapan sözcüklerinden sevdim bir de
beni sevdiğin gibi sevdim seni
kar bırakılmış karanlığından”

Seyir defterinin satırlarını açmakta üstüne yok, kelimeler inci tanesi. Doğanın sana verdiği bu ödülden, çıldırıp yitmemek için, iki insan gibi kaldın, birbiriyle konuşan iki insan. Doğanın ona verdiği hediyeyi bilmem ama hediyeleşesim gelir Edip’le.

Edip! adından gelir senin böyle edip oluşun. Böylesine can’ı ve canan’ı sever, şair tabiatlı oluşun. Şairleşesim gelir seninle.

Korkuyu Bekleyerek Yaşamak

09 Cumartesi Haz 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 4 Yorum

Etiketler

adam, öznur doğan, edebiyat, godot, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, korkuyu beklerken, maroia, oznurdogan.com, oğuz atay


Godot’yu beklemekten zor… Korkunun neye olacağı da belli değil, nasıl olacağı da. Nasıl korkacağını da bilemezsin, neden korkmayacağını da. Ama…

Oğuz Atay’a hikaye kitabı ile başlamak bana kalırsa en doğru tercih. Korkuyu Beklerken, kısa hikayelerden oluşan bir kitap. Ne kadar zor olabilirmiş ki Oğuz’u okumak diye düşünenler için başlangıç seviyesinde rahat okunabilir kitap. Oğuz’u anlamak mesele değil ki, Oğuz’u anlatabilmek mesele.

Türkiye’de yaşamak, sanat yapmak ve değerinin bilinmemesi üçlemesini yaşayanların listesi uzayıp gittikçe Oğuz Atay aklıma gelir. Sırf bu yüzden Mina Urgan olmak isterim ve Oğuz Atay’ı betimleyebilmek.

Korkuyu Beklerken’deki her bir hikaye kendi küçük korkularınızı sizi hatırlatacak kadar büyük. Tavanda yaşayan bir ölü ile yaşamak örneğin… Orada daima kalacak şekilde hem de. Kulağından küçük bir böcek inerken ölünün ve sen tam da geçmişin fotorağflarına bakarken. Gerçek mi ölü? Hayal mi yoksa? Tam arada kaldığın noktada işte, yani korkuyu beklerken, cevap bulman gerekmez. Hem ölü olmasa ne yapardın ki?

Bir beyaz manton vardır örneğin, karışır durursun insanların içine. İnsanlar da seni görürler fakat korkarlar mı desek, yadırgarlar mı? Beyaz manto meselesi biraz sıkıntılı. Sen biraz Beyaz Mantolu Adam’sındır, paran da yoktur ve başarısızsındır. Topluma ayak uydurabilir misin yani böyleyken sen. Nerelerde buldun kendini ve nasıl anlatabildin ki her şeyi, herkese, her zaman. Yazık.

Korkuyu Beklerken, küflenmiş ve paslanmış, sökülmüş ve dikilememiş bizlerin hikayeleri, korkuyu beklerkenki halimiz, geçmiş dönerkenki gerginliğimiz ve başarılarımız, başarısızlıklarımız, umutlarımız, umutsuzluklarımızın hikayeleri.

Hikayenin hikayesi, hikayelerin anlatımı mı olurmuş? Okusanız ya.

The Transparent Eyeball of the World: WikiLeaks

08 Cuma Haz 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

adalet ve kalkınma partisi, afganistan, ak parti, amerika afganistan savaşı, amerika birleşik devletleri, amerika ırak savaşı, ankara, öznur doğan, emine erdoğan, iran, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, oznurdogan.com, recep tayyip erdoğan, suriye, türkiye, wikileaks, wikileaks belgeleri, İstanbul, ırak


The Transparent Eyeball of the World: WikiLeaks

We have been heard many thing about WikiLeaks, but what is that WikiLeaks thing? With their explanation, “WikiLeaks is a not-for-profit media organisation. Our goal is to bring important news and information to the public. We provide an innovative, secure and anonymous way for sources to leak information to our journalists (our electronic drop box). One of our most important activities is to publish original source material alongside our news stories so readers and historians alike can see evidence of the truth. We are a young organisation that has grown very quickly, relying on a network of dedicated volunteers around the globe. “ When we look at this information we understand that they have got very big nose to interfere any kind of “high” protected places, documents etc.

Wikileaks team only published just a little bit of those documents because there was a group of bull running towards them . When they first started to release American diplomatic cables on 28 November 2010, and the amount of documents were just 251.000, we understood that bad things could be happen. Of course, bad things happened. Because of the secret cables, USA got into panic but didn’t want to show it. Later, Julian Assange, chief of the WikiLeaks was arrested for unrelevant subject because if he could stay much longer, every country is going to get it’s share.

Needless to say Turkey ,as a bridge country, was also on the list of diblomatic cables. While WikiLeaks was releasing much more cables about Iraq, Afghanistan War, we Turkey, didn’t interested in  those news but when we heard about Justice and Development Party (AKP), media started to publish papers, release fragmans etc. In those cables where Turkey was mentioned splashed everywhere and in an interesting way, we quickly forgot them. What kind of sorcery is this? Just one week and half is enough for us to forget everything. It is not only WikiLeaks but also unknown legislations, raises and many other things.

Though Turkey is ready to forget everything, there are some people who always remember. In the first cables which includes the documents of 2006, we have one calbe which engages in Ankara. And their numbers goes respectively until 2010, 5 cables,  3 cables, 7 cables, and 6 cables. The one which i want to explain and criticize is from 2008.

ID: 08ANKARA691

Subject: IMPLICATIONS OF AKP CLOSURE CASE AND OUR PUBLIC

Classification: Confidential

Origin: Embassy Ankara

And here is the text under the title of “Our Public Posture”:

“iNone of this changes the reality that Turkey is an extremely important ally in a dangerous region and that it is, despite many faults, more democratic and free than any other country in the Muslim world. We should not stifle, through our intervention, what should fundamentally be a debate by Turks about the future of their country that is essential if its democratic institutions are to mature. Doing so would make this a US issue in ways harmful to our interests, our influence and to democratic values here. We should stick to general principles, and let Turks sort out the details. At some point, as matters develop, our intervention to head off a political meltdown here may be necessary, but that moment isn’t now and may well never come. “

Let’s just think about what USA’s manner about all those wars which were done because of their eagerness and agressive policy upon the world. Let’s just come to face to face with the reailty of their unstable but indeed very active profile. Since USA does not want to risk itself and keep its perfect (?) combined unity, we can’t hear the voice of US. When it comes to thinking about its own public opinion they don’t shout, they don’t support one side. They always talk about how they can combine nations (?), make peace (?), make the world more livable.

The other think that i want to propound is how Turkey is portrayed in this picture. Just try to understand all words and catch that “important ally” word. This tiny pattern explaines everythinh. It explains how Recep Tayyip Erdogan tells lie about USA, how they act as an distant relative but in fact so close and this illustrates that USA is everywhere. It finds ally in every country, every places around the world. No matter how it destroys civils or babies, how all conspiracy theories can be totally true and how Justice and Development Party is hypocricy.

Main reason for USA not to attack us and interfere in our policy in public is the same reason. Iraq, Afghanistan, Vietnam or any other country which US goes to war with, US always repeats same things, “We’ll bring peace, we’ll bring democracy!” which means “We will kick your ass, kill your sons, f*ck your wifes and exploit your petrol!” with an evil laugh. And we shouldn’t forget this, when it comes to intervention about political route, US keeps this right in its hands.

How about Turkey? How about Justice and Development Party? And its wrothful president? When somebody from media says that you are in a relationship with USA, he almost kills him. Maybe just get shooted, pinned him down and maybe sent to jail. System is simple. Like USA, if there is something which is an open risk or accusation, Justice and Development Party has a right to make it “democratic”.

For those reasons, in Turkey WikiLeaks cables didn’t take too much intention because mass media had already been bought by them. If we add the lazy Turkish people who afraid of reading and writing, it is easy to forget all those important thing.

Zahir’in Ardındaki Görüntü

05 Salı Haz 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

amerika, öznur doğan, can yayınları, erkek, fransa, kadın, kazakistan, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, odysseus, oznurdogan.com, paulo coelho, penelope, roman, savaş muhabiri, simyacı, the zahir, yolculuk, zahir


Sınav stresi mi dersiniz yoksa iş mi, biraz uzaklaştım blogumdan ve kitaplardan. 1 haftadır herhangi bir yazı da yazmamışım. Zaman hızlı geçiyor fakat yakalamaya çalışıyorum ben onu.

Uzun zaman önce hediye gelen bir kitaptı bana Zahir. Paulo’nun daha önce Simyacı’sını okumuştum bir tek ve o yeterdi bu kitabı da okumaya. Ama olmadı. Başladım önce Zahir’e, her şey çok güzel gidiyordu. Nereydeyse sonlarına da yaklaşmıştım. Kalsa kalsa 80 sayfa kalmıştı. Bir şeyler oldu ve ben bu kitabı okumayı bıraktım.

Bir şeylere, birilerine benziyordu kitap. Nasıl derim bilmiyorum, sanki çok tanıdıktı bana ve ikinci bir okuma yapıyor gibiydim. Evet, tanıdık bir yüz  görmüş gibi hissediyordum fakat bir yandan da tekrara düşmenin gerginliği vardı.

Aradan yaklaşık bir sene geçtikten sonra kitabı tekrar elime aldım. Neden bıraktığımı bile hatırlamıyordum artık. Azıcık kalmış bu kitap zaten, bitirmeliyim hemen dedim ve bitirdim. Ağzımda kekremsi bir tat.

İlk olarak Zahir’den bahsedişi ve onu anlatışı çok güzeldi, kendi zahirini bulmaya çalışıyor insan tam da o anlarda. Acaba bizim de bir zahirimiz var mıydı? Ama bunlar biraz Rosebud biraz da tak tak takıntı kokuyordu. Şimdi tahminen pek çok kişinin “hadi oradan” dediğini duyar gibi olacağım. Oldum da.

Amacım Paulo’yu ya da kitabı kötülemek değil. Benim böyle bir tavırda olmam hiçbir şeyi değiştirmez. Amacım, birkaç gözü de olsa açabilmek. Coelho’nun kitapları aynı minvalde dönen kitaplar gibi geliyor bana. Aynı Grange gibi, aynı Brown gibi. Diğerlerinden tek farkı, daha çok manevi oluşu. İşte bu manevi noktalar insanı en çok çeken şeyler. Peki ya gerisi?

Kitabın son sayfalarında -spoiler içermekte- kitap boyunca yapılan alıntılar ve referanslar var. Ben en sonunda bu kitabın tüm karakterlerini ve temalarını, yerlerini ve hikayelerini bir başıma yazdım denmesini beklerdim. Esin kaynağı olarak bir şeyleri seçmek mantıklı fakat hayattan doğrudan alınıp sunulmuş gibi hissettim.

Bir diğer nokta ise, kahramanımız çölleri aşıp eşine kavuştuktan sonra hayatlarına kaldıkları yerden devam etmeleri, kadının hamile olması. Bu iki nokta kitabın bitişi için çok sıradan bir son olarak geldi bana. Kapı açıldığında orada kadını değil kendisini görseydi işte o zaman journey motive dediğimiz yolculuk motifi ve üzerine söylenen her şey daha da yerli yerinde olacaktı. Kitabın tek beni mest eden noktası, Odisseus ve Penelope benzetmeleri oldu. Mitoloji düşkünü olduğum için sevdim tamamen, bastım bağrıma.

Kitap bitti, her şey yerli yerindeydi, eksikler ya da fazlalar yoktu ama geride kalan bir kitaptı benim için.

Uzun zamandır ilk defa bir kitap için böyle düşündüğümü düşünürsek…

Abone Ol

  • Entries (RSS)
  • Comments (RSS)

Arşivler

  • Eylül 2017
  • Ağustos 2014
  • Şubat 2014
  • Kasım 2013
  • Temmuz 2013
  • Haziran 2013
  • Mayıs 2013
  • Nisan 2013
  • Mart 2013
  • Şubat 2013
  • Ocak 2013
  • Aralık 2012
  • Kasım 2012
  • Ekim 2012
  • Eylül 2012
  • Ağustos 2012
  • Temmuz 2012
  • Haziran 2012
  • Mayıs 2012
  • Nisan 2012
  • Mart 2012
  • Şubat 2012
  • Ocak 2012

Kategoriler

  • Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım
  • Filmler, sinema, film inceleme
  • Güncel, gündem, medya
  • Sanat, resim, tiyatro
  • Seyahat, mekanlar, hatıralar

Meta

  • Kayıt Ol
  • Giriş

WordPress.com ile Oluşturulan Web Sitesi.

Gizlilik ve Çerezler: Bu sitede çerez kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek bunların kullanımını kabul edersiniz.
Çerezlerin nasıl kontrol edileceği dahil, daha fazla bilgi edinmek için buraya bakın: Çerez Politikası
  • Takip Et Takip Ediliyor
    • Öznur Doğan
    • Diğer 123 takipçiye katılın
    • WordPress.com hesabınız var mı? Şimdi oturum açın.
    • Öznur Doğan
    • Özelleştir
    • Takip Et Takip Ediliyor
    • Kaydolun
    • Giriş
    • Bu içeriği rapor et
    • Siteyi Okuyucuda görüntüle
    • Abonelikleri Yönet
    • Bu şeridi gizle
 

Yorumlar Yükleniyor...