• BEN KİMİM? / NEDEN YAZIYORUM?
  • SİZDEN GELENLER
  • Copyleft

Öznur Doğan

~ La beaute est dans la rue!

Öznur Doğan

Monthly Archives: Mayıs 2012

Cezmi Ersöz’e 3 Varken

29 Salı May 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 6 Yorum

Etiketler

öznur doğan, bana türkçe bir ekmek ver, cezmi ersöz, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, kitap yorumları, maroia, oznurdogan.com, şizofren aşka mektup


Şimdiye kadar Cezmi Ersöz’ü kaçınız okudu bilmiyorum. Adı çok  duyulmuş, çok bahsedilmiş, yaftalanmış ya da yapıştırılmıştır ama ben bu adamın bahsedildiği kadar okunduğunu düşünmüyorum.

Lise boyunca üzerimde bir arabesklik. Artık nereden de görmüşsem Şizofren Aşka Mektup’u görmüş ve duymuşum. Dünyanın en alınmaz kitabı oluvermiş benim için. Alamıyorum ve büyük bir tutku ile bu kitabı okumak istiyorum. Bir türlü fırsat bulup satın alamıyorum fakat dilimde müthiş bir Cezmi Ersöz var. Nasıl hoşuma gidiyor o buram buram arabesk, buram buram “ben aşığım!” havaları. Böyle havalar rica ediyorum hayatın hiçbir döneminde olmasın. Bu yüzden de inat ediyorum, o kitabı okumalıyım! Satın almaya gidiyorum kitabı, ne göreyim? Bitmiş. Koskocaman Şizofren Aşka Mektup nasıl biter? Cezmi’m (?) yazmış benim onu yahu!

Neyse diyor Bana Türkçe Bir Ekmek Ver’i alıyorum. Cezmi cezmidir işte. Ne kadar farklı yazabilir ki diyorum. Ekmeği de duygusal istiyordur bu adam. Aşkla yaklaşıyordur ekmeğe. Nasıl olsa doyum söz konusu. Fakat benim tahmin ettiğim konularla hiç alakası çıkmıyor Bana Türkçe Bir Ekmek Ver. Kısacık kitabı kısacık sürede okuyup bitiriyorum ki gidip Şizofren Aşka Mektup’u alayım. Ergenim, damarlarımdan asilik ile karışık yüksek promilde arabeskizm akıyor. Akamayagörsün.

Ardından arkadaşım hediye ediyor Şizofren Aşka Mektup’u. Okuyorum.

“E bu neymiş yahu?” deyip kitabı yarısında bırakıyorum. Ergeniz de o kadar değil. Ama kimseye de söyleyemiyorum keza çok yırtmışlığımız var kendimizi Cezmi diye. Nenem ölsün sarı gelin, işte olaylar böyle ilerlerken ve ben kitap bilincinden uzak, kendi arabeskimde gömülüyken kaldırmıyor kafam Ersöz’ü. Yaşlanmak mı gerek yoksa başka bir şey mi? Nasıl bu kadar üzerine basa basa anlatılır her şey. Böylesine açık ve gözler önünde?

Şaşırmamak elde değil. Olmayan kitap kültürüm Cezmi’yi reddediyor, kanımız da uyuşmuyor. Ben bir dönem leyla gibi Cezmi peşinde koştuğumla kalıyorum. Aklıma geldikçe gülüyorum. Şizofren Aşka Mektup’tan bölümler okuyarak sözde sevilene yazdıklarımı hatırlıyorum. Çocukluk yine de güzel, ergenlik de öyle fakat yüksek oranda Cezmi, adam öldürebilir.

Karaosman’lardan Yakup Kadri

28 Pazartesi May 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

öznur doğan, cezmi, cumhuriyet, eylül, kiralık konak, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, kurtuluş savaşı, maroia, mustafa kemal atatürk, oznurdogan.com, türk edebiyatı, yaban, yakup kadri karaosmanoğlu, İstanbul


Eminim ki bu adamı tanıyorsunuz… Karaosmanoğlu Yakup Kadri. Ansiklopedide böyle çıkacaktı karşınıza. Bu sefer ben ondan bahsediyorum. Türk Edebiyatı’nın temellerine oturan adamlar vardır. Bu adamlar ilk modern romanları yazmış, ilk kez psikolojiden bahsetmiş üzerine bir de sosyal ve siyasi mesajlar vermişlerdir. Versinler, güzel.

Yaban denildiğinde akla ilk gelen kişi tabii ki Yakup Kadri Karaosmanoğlu oluyor. Tüm lise ve ilkokul kütüphanelerinde mutlaka Yaban’dan üç tane var, Kiralık Konak’tan da iki. Onu bu kadar ulaşılır ne kılıyor peki? İlk olarak aslında Yakup Kadri okumak çok zevkli çünkü sizinle konuşuyor gibi anlatıyor. Bir hikayesi var anlatacak. Anlatsın, güzel.

Yaban’ı bu kadar sevdiren ve değerli kılan şeyi düşünürsek aslında içimizdeki İrlandalıyı ortaya çıkardığı için seviyoruz. Hepimiz bir anlığına bir yerlerde yaban olabileceğimiz için seviyoruz. Kolumuz bacağımız kopsa da fark etmez, yaşadığımız sürece aşkta da yaban olabiliyoruz çünkü hastalıkta da. Bazen ailemize bile yabanız, yabancıyız. Hal böyleyken ve herkes kocaman bir dünyada birbirinden farklı milyonlarca yabanken, Yaban’ı sevmemek imkansız. Bir de Yakup Kadri’nin mesaj verme kaygısı ile yazdığı romanları bu uğurda yazıldığını bilerek okuyorsanız değmeyin keyfinize. O saatten sonra olsa olsa karşınızdaki adam Karaosman’lardan Yakup. Bizim Yakup yahu. Hani şu bir şeyler söyleyen durmadan tanıdıklarına. Söylesin, güzel.

Yaban’ın birkaç yerinde ağlamışlığımın varlığını kabul edersek bir de Yakup biraz daha yakındır bana. Ağlatabilen insan, ağlayabilecek insandır. Bu en azından yazarlar için böyledir. Biliyorum ki etrafımız bizi sürgüne yollamaya, yaban etmeye hazır tiranlarla dolu. Ellerinde kocaman sopaları ile gütmeye çalışan herkesi. Gütmezse, güzel.

Kiralık Konak gözümde Yaban’dan bir tık geride. Yalnız Kiralık Konak’ta beni hiçbir şey değil de en çok ilgilendiren şey işte o kiralık konaklar. Bir tutkudur alıyor beni, eskiden yaşamalıydım diye. Yaşamalıydım da görmeliydim her şeyi… Ben de kiralayabilirdim pekala bir konak. Bir tekne de kiralardım üstüne üstlük. Aşklar da yaşanırdı usturuplu ve heyecanlı. Sadece Kurtuluş yazarı değildi yani Yakup Kadri. Elbette inanıyordu Cumhuriyet’e de Aşk da özgürdü onun fikrinde, Türkiye de. Özgürse, güzel.

Sizin Rosebud’ınız Ne?

27 Pazar May 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

öznur doğan, biyografi parçacıkları, citizen kane, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, oznurdogan.com, paul celan, picasso, pierre assouline, rosebud, rudyard kipling


Citizen Kane’i kimler izledi? Tarihin en önemli filmlerinden birisi olan Citizen Kane’in en önemli noktası Rosebud’tı. Peki neydi Rosebud? Kane ölmeden önce son olarak Rosebud diyordu ve bu kelime büyük bir sır haline geliyordu. İnsanlar yorumlar yapıyor, evinin yani şatonun her tarafı alt üst ediliyor ve Rosebud bulunmaya çalışılıyordu. Hayatına giren kadınlar için bir gönderme olup olmayacağı düşünülüyor ve en sonunda sadece bizler seyircilerin gördüğü bir gerçek ortaya çıkıyordu.

Rosebud aslında bir kızaktır. Kane, küçükken yani ailesinin yanından henüz alınmamışken bu isimli kızakla en güzel günlerini geçiriyordu. Rosebud aslında sıradan bir eşya, bir kızak olmaktan çok bir ideali, geçmişi ve yaşanmış yaşanmamış her türlü duyguları resmediyordu. Örneğin bir çocuğun kahkahası saklıydı o kızakta, kışın en çetin yağışlarında anneden izin alarak kapının önüne çıkışı anlatıyordu, Pal Sokağı Çocukları gibi heyecanla sokaklara hakim olmayı anlatıyordu kızak. Bir de ait olduğu şeylerin ondan koparılmışlığının acısını hatırlatıyordu. Rosebud, Kane için binlerce şey demekti.

İşte böyle bir hikayeden sonra Pierre Assouline, ünlü biyografi yazarı, tarihin ünlü kişilerinin rosebudlarını bulmaya kalkıyor ve bizim için o kişilerin hayatlarına kapı açıyor. Rudyard Kipling’in, Paul Celan’ın, Picasso’nun rosebudlarını anlatıyor bize. Küçük parçalardan kocaman bir dünya yaratabilmemize neden oluyor. Verilen ile verilmeyeni çözmeye teşvik ediyor, kendi hayatımıza yönlendiriyor.

Herkesin bir rosebudı vardır bence hayatında. Belki de bir iskemle, belki bir baston ve belki bir kalem. Belki Kane’in kızağı gibi geçmişten kalma bir eşya, belki de bir kişi. Şimdi kendi rosebudımı düşünüyorum da lise 1’de bana kestirilmek zorunda bırakılan saçım geliyor aklıma. Küçük bir kutuda, bukle halinde. Ne kısa ne de uzun olduğu için aykırı görülen, tek düze olmadığım için gözlerine batan müdüriyetin ve işte o en büyük ikilikte özgürlük ve esaret ikiliğinde esarete boyun eğmek zorunda kalmış bir öğrencinin sevdiği saçı… Minik bir kutu içinde.

Peki sizin Rosebud’ınız ne? Bir yüzük mü yoksa oyuncak mı? Neden öylece bağlısınız o parçalara, neden ayrılmak istemezsiniz?

Wings for Ozz

26 Cumartesi May 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

10000 days, anne, öznur doğan, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, marie, maroia, oznurdogan.com, tool, wings for marie


sessizlik üzeri
sesin ne kadar büyük olduğunu
ve aslında en çok böyle ikiliklerde
gidip geldiğini
biliyordun
her zaman fakat farklı zamanlarda
her an fakat aynı zamanlarda
dönüp dolaşıp
aynı
çelmek ve çelişkide
zaman geçiriyordun
bana en iyi gelecek şey
bir şarkının dostluğu
anneye güçlüce sarılma
kokusuz olduğunu hissetme artık teninin
anne kokusu
yok mu olmuş?
yok mu olurmuş?
gözlerin sabit ya da hareketli
çünkü biliyordun ne kadar yaparsan yap
“olmaz” birileri için
ve daima sevmeyecek olan birisi vardır
yaptığın işleri
saklanabilir misin ki
uyuyarak ya da uyanarak sonsuzluğa
bir iki ve üç
kırılıyorsak
paramparça da oluyorsak hani
şuraya bırakıyordun
her şeyi
tam şuraya…

25.05.2012

Tutuyorum Tutuyorum Tuttum!

24 Perşembe May 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 2 Yorum

Etiketler

aile, anneanne, barış manço, cemil ipekçi, deep purple, erkin koray, john lennon, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, konservativ, maroia, muhafazakar, muhafazakarlık, oznurdogan.com, türk aile yapısı, toplum


Zaman geçiyor, yalnızca dünya değil aynı anda biz de evrilmeye devam ediyoruz. Nasıl ya da ne için olduğuna pek dikkat de etmeden açıkçası. Şimdi elimizde kalan birkaç şeyden bir tanesi de eskilere bakıp, “Nerede o eski ?” ile başlayan cümleler
kurmak.

Yaşım itibari ile maksimum “nerede o eski” ile başlayan cümlem, “Nerede o eski meybuzlar, nerede o eski atariler?”. Bahsetmeden geçemeyeceğim ki nerede o eski hülohoplar, hulahoplar, hilihop da olabilir holihop da. Bilemedim, belimizde çevirirdik.
Evet, çok da söyleyecek şeyim yokmuş eskilere dair. Ama öyle mi daha büyükler için? Anneannem sürekli olarak “Nerede o eski saygı?” der. Arsızca ve bıkmadan usanmadan o saygıyı arar her yerde. Anneanneme bunu artık kolayca bulamayacağını söyleyip pskilolojisini bozmak istemiyorum.
Babam da “Nerede o eski sanatçılar?” der. Babamın eski sanatçılardan kastı John Lennon’dır, Deep Purple grubunun tüm üyeleridir, Erkin Koray’dır, Barış Manço’dur. Babam eski rockçılardandır vesselam.

Tabii efendim bir de bu kalıbın aile yapısına ithaf edilmişi de vardır. Sürekli bir feveran içinde olan aileler; çocuklarından dertli. Eskiden böyle değildi, kızlar sokaklara çıkamazlardı kolay kolay. Erkek çocuklar ise babaları ile vakit geçirirlerdi. Hem öyle kolay da değildi “Ben şu bölümü okumayacağım!” diyebilmek, “Okumasam mı ki, nasıl ki, olur ki, yani babacığım siz nasıl uygun görürseniz? ! ?” gibi. Zaman
değişiyor, boşuna demiyorum evriliyoruz diye. Giyim tarzı da değişiyor, konuşma tarzı da tabii ki. Zamanın geçişine insanoğlunun uyma kompleksi ile rüküşleri, şıkları, modaları yaratıyoruz. Yüzüne bakılmayacak tarzdan nesneleri bağrımıza
basıyor, bizden olan şeyleri ise ötelemeye çalışıyoruz. Yüzümüzü ilerlemeye dönmenin aslında popomuzu kendimize dönmemiz olduğunu sanıyoruz. “SANIYORUZ.”

Başlıkta da olduğu gibi, tutucu aile yapısı da değişiyor. İlk olarak kelimemize bakalım “tutucu”. Neyi tutuyor bu efendim? Neleri sahipleniyor da “Aman bırakmam abi!” diyor. Tdk’ye baktığınızda şunu görüyorsunuz; Mevcut toplumsal düzeni, düşünceleri ve kurumları değiştirmeden olduğu gibi korumak isteyen (kimse), muhafazakâr, konservatör. Onlar da bozuluyor evet. Ama bu konuda ne kadar yakınmak gerekiyor ya da ne kadar karşı çıkmak gerekiyor çok ince bir noktadan bakmayı gerektiriyor. Topu ince göreceksiniz, ıstaka ile topun altına vuracaksınız, 3 bant yapması gerekiyor. Evet!

Bir yandan bozulsun istiyorsunuz, çünkü insanlar bir noktada kaldıkları sürece -sabit bir şekilde- işte o zaman toplumdan uzaklaşmaya ve köhneleşmeye başlıyorlar. İlerleme kelimesini hazmedemeyişlerinin acısını dışlanarak çekiyorlar. Toplum kendi değişimi içerisinde onları da değiştirmek isterken sindirilemeyen bir bölümün olduğunu görmesi ile çelişkiler ortaya çıkıyor. Evet bir vücut gibi, mikrobu yok etmeye çalışan bir beyin sinyali gibi. Ancak kendi düşüncelerini ve fikirlerini başkalarına empoze etmeye çalıştıkları, kendi aile içinde dramlara neden oldukları sürece koca bir “hayır!” durmalı karşılarında.
“Muhafazakar aile yapısı” yok olmalı ya da sonuna kadar var olmalı diyemiyorum fakat ayarını bilmeyen hiçbir şeyin mantıklı olabileceğine inanmıyorum.

15.04.2010

sevgiyi tanrı yapanlar

23 Çarşamba May 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

öznur doğan, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, oznurdogan.com, sevgiyi tanrı yapanlar


siliyorlar, karalıyorlar adını. adın yok şimdi. ya da cümlelerin yok bana uzanan. yanımda taşıdığım bir cümle değilsin
söylediğim, bildiğim bir gerçekten uzaktasın şimdi.
delicesine saçıyorum altınları gökyüzüne ve hatta denize
balıklar doysun diye
kelime!
güç! zaaf! sen!
beyni insanoğlunun, karışık; labirent
labirent sağa sola koşturduğu
bitirmediği bir
hikaye! şiir! düzmece!
yalan!
ağzımdan çıkan
her şey, yalan.
-sa
yalan.
yani, metresin olarak kalmak
demiş heloise!
kadınca, hissederek kadınlığını
evlilik değil mi zaten
meşruiyeti “bir” şeylerin
ev-len-mek.
eğer beklersen 6 ay beni!
bırakamayacağım eminim.
gidip döneceğim.
söz de.
söz.
işin özz’ünde
s’özz verildi taraflarca.
üç gün mü beş ayna mı
kırıldı önümde
parçalandı.
anma günü, kasım, neden
sen
ben
ben!
hikaye, koca bir düzmece.
şartlı rivayet, koşullu şikayet
dudağımda bir dudak
dudaklarımdan sıcak.
yakar.
yakıyor.
yaktı.
sevgim, tanrı oldu
sanrılar, tanrısal, tanrılar.
çok tanrılı bir kin
-sin.
gelme.
-eme.
zaten aşk, insanın yalnızlığını paylaşması mı demişti başka bir yalnızıkta şair.
şair işte!
diyor.
şiir işte, yazılıyor.
yaz/a/ma.

10.1.2010 21:15

winter

23 Çarşamba May 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

öznur doğan, kar, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, kış, maroia, oznurdogan.com, sokak, soğuk, tori amos, winter


üşüyor ellerim
bazen
yani aslında
biliyorlar ne zaman üşüyeceklerini
kış
içimi de üşütüyor
ben hissetmesem de
buzla kaplıyor hisleri
ben “sade” kalıyorum
daha da sadeleşiyorum
düşünmeden,
sormadan
konuşuyorum kendime.
yalanlar daha seri çıkıyor
dudaklarımdan
ve sevincin tadı
değmiyor dudaklarıma
ısıtamıyor yine.
hava soğuk değil aslında
yani esen rüzgar değil istanbul’da
daha çok öfke şimdi
yüzüme tokatlar atan
en az benim kadar acımasızca.
yürürken sokakta, yanında
arkadaşın en sevdiğin
o bile koruyamıyor seni
sığınsan da onun yüreğine
açıkta kalıyor ellerin
ellerin
üşüyor
ellerin soğuk.
ellerim, soğuk bu defa
üşümüşler sanki?

17.1.2010 04:26

La-te-ralus

22 Salı May 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

öznur doğan, fibonacci, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, lateralus, maroia, oznurdogan.com, tool


Ne varmış Fibonacci ile Lateralus’u yazdıysam;

sa kin likön ceveson rasındabirses birşarkınıngerçektende aynıritimlerilekafandadöndürme siaynısesleriveaynışiddetiveyineaynıbenzerliği tamdagerçektenyokoluyorhissediyorsunkenmisalyadadüşüyorkentamolarakhayatınortasına şimdiburadakikafakarışıklığınadenkdüşüyoraslındafakatbunufarkedecekkadardadeğilizhenüznedemekistiyorlaronlarçokuzunzamandanberi.
onlargibiburayasıkıştırdımbendetamolarakseksendokuzhecelikdizimiveyükseğeçıktımenbaşadöndümyadaaslındaherşeyinsiyahvebeyazolduğuzaman.

Yağmur Hikayesi XIII

20 Pazar May 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

öznur doğan, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, oznurdogan.com, yağmur, yağmur hikayesi, yağmur serisi


İnsan beyninin uyuşukluğu öylesine insanın canını sıkan bir şeydir ki bir an önce bu uyuşukluk halinden kurtulmak istersiniz. Çünkü bu uyuşukluk sanki sadece beyninize ait değilmiş gibi değişik ataklarda bulunur, örneğin kollarınızı ve ellerinizi uyuşturmak gibi. Bu uyuşukluklar öylesine seri gerçekleşir ki, öleceğinizi sanırsınız. Canınız daha çok sıkılır. Dilinizin de uyuştuğunu görürsünüz sonra. Ağzınızda şişmiş, kocaman olmuş bir dil vardır şimdi. Ne kadar rahatsız edici olursa olsun atamasınız etkilerini, vücudunuz gerçek bir tepki oluşturana kadar.

Adam, gördüğü tablodan hoşlanmadı. Hissettiği uyuşukluğun ardından gelen algı açıklığı, ona istemediği şeyleri gösterdi. Kadının yerinde olmayışı tırnaklarına varan bir ürpertiye neden oldu. Nereye gidebilirdi? Göz kapakları olmayan bir kadın, ilgi çekmeden ne kadar yürüyebilirdi ya da hangi deliğe saklanırdı? Ya da aslında ilk sorması gereken soru “Hala evde mi?”ydi. “Evet.” dedi kendi kendine. Kalkıp odanın görünmeyen noktalarına baktı. Yatak odasının kendine has dağınıklığı içinde kadın vücuduna benzer bir şey göremedi. Yavaşça mutfağa ilerledi. Görmek istediği şey orada da değildi. Ayrıca olması da imkânsızlık dolaylarında dolanıyordu. Çünkü eroini ile buluştuğu nokta mutfaktı ve kadının oraya gitmiş olması saçmaydı. Ve gitmemişti zaten. Salona doğru ilerledi. Görebildiği yine kendi dağınıklığı ile öylece ellenmeden duran eşyalar ve odaydı. Yavaş yavaş sinirlendiğini hissetti. Böylesi dikkatsiz oluşu sinirlerine dokunmuştu. Şimdiye kadar işlediği hiçbir cinayetin böylesine anlık gerçekleşmesine izin vermediğinden olsa gerek, kaçmayı başarabilen kurbanların olması da imkansız-dı. Fakat bu seferi algı bozukluğunun ağına düşmüştü. Henüz yeni yeni geliyordu kadının çığlıkları kulağına. Tekrar yatak odasına döndü. Kanlı çarşaf onu cezbediyordu. Oluşan şekle bakıp bir fal bakmaya çalışacaktı neredeyse ama kendisini tuttu ve odaya girdikleri camdan aşağı baktı. Etrafta şaşkın gözlerle birbirine bakan insanları gördü. Hemen pantolonunu altına geçirdi. Bir gömlek de üzerine. Koşa koşa merdivenlerden indi. İlgi çekmemek için duraksadı. Ne hızlı ne yavaş adımlarla yürümeye başladı. Öyle bir acıya sahip bir insanın hızlıca hareket etmiş olmasına şaşıyordu. Adımlarını sıklaştırdı. Kaybetmek istemiyordu kadını. Diğerlerinin arasında parlayan kızıl saçını fark etmek için hafif sıçrama hareketleri yapıyordu. Ama görebildiği tek şey koca bulvarın sahip olduğu kalabalıktı. Evini buradan almış olmanın verdiği rahatsızlığı hissediyordu şimdi. Daha da hızlandı, gözüne çarpan minik bir ayrıntı gözünde bir pırıltıya neden oldu. Kadının düşürmüş olduğu kol düğmesi çöp tenekesinin yanında parlıyordu. Hemen o sokağa döndü. Gittikçe yaklaştığını hissediyordu. Avuçlarında bir ısınma ve hatta yanma vardı. Gözleri sabit bir şekilde arıyordu yolları. Gördüğü şey ona daha fazla zevk veremezdi. Kadın, eli yüzünde bir banka oturmuş soluk soluğa duruyordu. Yanına yavaşça gitti ve kadını kolundan tuttuğu gibi götürmeye başladı. Bir apartmanın giriş katına girdi, sağına soluna baktıktan sonra bodruma inmeye başladı. Kadını daha da çekiştiriyordu şimdi. Kadının çığlıklarını ise kadının ağzına doğru sertçe bastırdığı diğer kolu ile engelliyordu. Şimdi, tente altında tüm zerafeti ile süzülen kadından geriye göz kapakları olmayan, neredeyse bir hayvan gibi soluyan kadın kalmıştı. Ellerini, yaklaşık yarım saat önce yanında çırılçıplak yatan kadının yüzünde dolaştırdı. Kurumuş kan minik parçalar halinde döküldü. Enteresan bir şekilde kadında gözyaşı yoktu. Sanki gerçekleri görmek istermiş gibi başını sürekli olarak yukarı kaldırıyordu. Adamın eline baktı. Adam, elindeki çakı ile kadının elinin üzerindeki kesik deriyi deşmeye çalışıyordu. Derisini ince ince etten ayırmaya başladı. Kadın metalik bir titreme hissetti. Sanki binlerce iğne aynı anda batırılmıştı. Her şey, bir cinayet sahnesinden fırlamış gibiydi.

Hikayelerin filmlere konu olması çok da sıradandır aslında. Senaryolar da hikayelerin birleşimi ile ortaya çıkan şeylerdir. Bu yüzden ne kadar güzel bir hikaye yazılırsa o kadar güzel bir senaryo ve dolaylı olarak o kadar güzel bir film çıkar ortaya. Çekim koşullarını da göz önüne almak tabii ki de gereklidir. Fakat bu yolda ilk adım, senaryonun güzelliğidir.

Kadın, hissettiği acının en kısa sürede bitmesini isterken ve hatta daha fazla ne olabileceğini düşünmezken, tahmin dahi edemeyeceği bir şeyi adamın elinde görmüş olmak onu mahvetti.

Adam, kadına bakıp acımasızca gülümsedi.

Yağmur Hikayesi XII

18 Cuma May 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

öznur doğan, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, kısa gerilim hikayeleri, maroia, oznurdogan.com, yağmur, yağmur hikayesi, yağmur serisi


Yanılsama, insan beyninin en büyük oyunudur. Bir yanılma, yanılsama ve yanlışlama hali söz konusu olduğunda; beyin, kayıtsız bir şekilde üretir kendi gerçeklerini. Nasıl üretildiğini anlamak imkansız gibi görünse de kolaydır aslında. Çünkü yanılmak istediği sürece yanılır insan. Yanılma, yanılsama sürecinin başlangıcı vardır bu yüzden muhakkak. Örneğin çocuklukta adı geçen bir “yalancı”lık, geleceğin ihtisas sahibi “yanılsama”sına dönüşebilir. Görmek istemediğiniz şekilde algıladığın ilk şey, daha sonraları gerçekten görmediğin bir şeye dönüşür.

Kadın gözlerini eline dikti. Aynı anda adam da kadının eline bakıyordu fakat gördüğü şey kandan çok akan saygıydı. Kadnın gözlerine baktığında ise gördüğü mutluluktu. Kadın neredeyse çığlık atmak üzereydi. Hatta ve hatta elinin henüz ortaya çıkan keskin ve kesif acısı şimdi tüm vücudunu sarıyordu.Hissettiği şey tam anlamıyla bir kanserli hastanın hissettiğine denkti. Kusma isteği. Elinden akan kanı durdurmak için diğer elini ile tampon yapmaya çalıştı. Durmaya yakın olan kan, ince bir çizgi halinde elinin köşesinden akmaya başladı. Kadın elini kaldırdı ve ince kırmızı çizgiyi gördü. Görebildiği diğer şey ise o ince çizgi içinde dolanan minik bir solucanımsı varlıktı. Bilmediği bir canlı şimdi tam olarak elinde, derisinin içinde geziyordu.Kendisini tutamadan çığlığını yatak odasının rengine bıraktı. Adam, kdının kahkalarına bir anlam veremiyordu.Kadının ağzını açış şekli neredeyse – duyduklarına inanmasa- çığlığa uygun bir açıştı. Ama duyduğu şuh kahkahaları da inkar edemezdi. Gözlerinin onu yanıltıyor olduğunu düşündü ama bu da mantıklı gelmedi. Kadınlar, anlaşılması güç varlıklardı ve tam bir sevişme ortası yatağın içinde bu tarz davranışları göz ardı edemezdi. Etmedi de. Aklından geçen şey, kadının zevk kahkahalarından çok küçümseme kahkahaları idi. Öylesine ard arda ve öylesine aşağılayıcı olmayı başarabilmesi şok etmişti adamı. Daha fazla dayanamayacaktı.

Bilinç, sizin emriniz altında çalışmadığından; bilinçaltının da sizin emriniz altında çalışmayacağından emin olabilirsiniz. Bahsedilip durulan bilinçaltı oyunlarına dokunulmamasının nedeni de budur. Size ait olmayan br şeyden sizin üzerinize çıkarım yapılması bu yüzden gereksizdir.Siz, oluştur/a/madığınız bilinçaltı ile boğuşurken beyniniz bu salatayı aç bir obez gibi sömürür. Siz, oyunlar sırasında yalnız ve bilinçsizsinizdir. Gözleriniz kapalı olmadan gerçekleşen bilinçsizlik durumu sizin göğsünüzün tam ortasındadır.

Adam, dilinin altından çıkardığı minik neşteri kadının göz kapaklarının üzerinden geçirdi. Göz kapakarı ay şeklinde kesilen kadın, çığlıklar içinde dövünmeye başladı. Adam bu kahkahalara hala anlam veremiyor daha da sinirleniyordu. Kadının gözlerinden akan kan, kulaklarına kadar iniyordu. Oluşan tablo tam anlamıyla bir sanat eseriydi. Adam, kadının böylesine deli olabileceğini düşümemişti. Evine aldığı kadını şimdi öldürmek istemesinin nedenini bir türlü kavrayamadı. Ama kadın hala dengesizce kahkaha atıyordu. Göz kapaklarını zar zor tutan iki ince deri parçasını da kesti adam kadının. Tam anlamıyla açıkta kalan gözler şimdi adama doğru bakıyordu. Gördüğü bu gözler, hayatı boyunca göreceği son gözler olacaktı. Kadın, acının dayanılmaz şiddeti ile oracıkta bayıldı. Adam, kadının böyle bir acıdan dolayı ölmeyeceğinden emin şekilde yataktan kalktı. İlk defa kendi çıplaklığından utandı ve üzerine bir havlu aldı. Mutfağa doğru ilerledi. En sevdiği karışımı hazırladı. Su içti ve eroini koluna zerk etti. Bu su faslı onun için bir ritüel olmuştu. Sanki bu içtiği su onu ölümsüz kılıyordu. Düşüncesinin bulanıklaşmasının aksine görüşü netleşti ve yatağın üstündeki kana bakakaldı. Neler olup bittiğini anlamaya çalışırken bir şeylerin eksik olduğunu anladı.

Kadın, gitmişti.

Yağmur Hikayesi XI

18 Cuma May 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

adam, öznur doğan, kadın, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, oznurdogan.com, yağmur, yağmur hikayesi, yağmur serisi


Yağmur kelimesinin geçtiği her paragraf hüzünlüdür biraz. Bu yüzden yağmur hep kötülüklere denk düşer hikayelerde. Yağmuru baz almak ne kadar doğrudur bilinmez ama insanın bu düşkünlüğü, hep kullanmaya iter onu. Ne zaman yağmur cümlesi kurduğunu düşünmeden en son, klişelere kapılır gider. Tıpkı yazar gibi.

Kadının panik hali bir an için yok oldu. Adamın göğsündeki hafif kıpırdama onu rahatlatmıştı. Ne olduğunu bilmeden, anlamadan –anlamak istemeden- adama baktı. Adamın dudaklarından dökülen sızlamalar, aslında bu ortamın şehvetini çoktan yok eden yaşananların üzerine tuz-biber oluyordu. Kadın, paniklemiş olduğunu fark etti. Sinirleri boşalmış bir şekilde yatağın sol köşesine yığılıp kaldı. Adam gibi kısa süreliğine “Hoşça kal!” demek istedi dünyaya. Ama bunun ne kadar acı vereceğini anlayınca vazgeçti.

Vazgeçmek… İnsanoğlunun belki de en savunmasız anının getirisi. Kaçmakla eşdeğer bir değer. Ne için, nasıl ya da ne zaman olduğu daha sonraları pek bir önem teşkil etmez. Çünkü cümleler hep “Vazgeçti.” İle başlar.  “Ama”lar sonradan takip eder. Sonsuz bir “ama”  denizinde yüzseniz de vazgeçmişsinizdir ve cümlelerin manasını yitirmemesi işten değildir. Vazgeçmek, seçimin getirisidir. Seçtiği her şey için yeni bir vazgeçiş çıkarırsın zulandan. Vazgeçmek, sonsuzlukta “Seçimsiz” kalmaktır.

Kadın, adama “Neyin var?” der gibi bir bakış attı. Yavaş yavaş kendini topluyordu ve bu sorunun cevabı gerekliydi. Adam, olanlar sanki çok normalmiş gibi devam etmek istiyordu. Köşede başlayan ve algı bozukluğu bazlı ilişkilerinin başka bir açıklamaya ihtiyacı olduğunu düşünmüyordu. Yaşananlara bakılacak olursa, her şey zaten zırva bir durum içinde hareket ediyordu. Sorulacak tün soruların yanıtlanamamazlığından emindi adam. Kadın, soracaktı. Bu bir kesindi. Nedense şimdiye kadar merağını iki ya da üç gün saklayabilen bir kadına denk gelmemişti. Kadınlar, soru sormaya programlanmış birer robottular sanki. Ya da “o” hep “öyle”sine denk gelmişti. Birden aklına kendindeki tuhaflığı düşünmek geldi. Yaşadığı ilişkilere baktığında en uzun ilişkisinin üç ay olduığunu bir kez daha gördü. Görmek istemediği şeyleri görmek adamı hep yoruyordu. Bir sevişme sahnesinin böyle saçma düşüncelere yer verebiliyor olması sinirini bozmuştu.  Yan tarafta, gömleksiz bir şekilde uzanan kadına baktı. Adamın bunları düşündüğü sürede kadın “neden böyle” olduğunu, “sorunun ne?” olduğunu, ve daha pek çok “olup-olmayışı” düşündü. Üzerini giyip odayı terk etmekte kararsız kaldı. Yanında sırtüstü yatan adamın göğsündeki boşluk onu korkutuyordu. Tam iki kaburgası arasındaki gereğinden büyük boşluk ve hissettiği yumuşaklık onu tedirgin etmeye yetmişti. Yaşadıklarının tekrarlanabilme ihtimalinden dolayı.

Tedirginlik en lazım olmayan zamanlarda öyle bir yapışır ki insanın yakasına, kurtulmak için büyük çabalar sarf etmeniz şart hale gelir. Tam bir ikilem ortası düşünce karmaşası halidir. “Evet” ya da “Hayır”a dahi karar veremezken, büyük seçimler yapılması gerektiğindeki  tedirginlik, bir sokak kedisinin yemek aramasındaki hızı gibidir. Öylesine uyuz edici bir yavaşlıktadır ki saatlerinizi yiyebilir. Bir köşeye oturup izlemeye başlarsanız bir şeyleri, aynı şekilde o da sizi izler. Tedirginlik, kararsızlık, dilemma… Ne denirse densin insanı denizin içinde boğması gerektiğini bilerek hareket eder. Beklenmeyen bir anda üzerinize gelen dalga gibi, beklemediğiniz bir kararsızlık anında beklentilerin kararsızlığına rağmen kararlı ve beklentisi yüksek bir şekilde sizi kararsızlaştırır.

Adamın sahip olduğu algı bozukluğu, işte böyle sahnelerde çok işe yarıyordu. Kadının anlamsız bakışları altında o da en az kadın kadar anlamsız bakışlar fırlatıyordu güne. Anlamaya çalışmayan kadının yerine geçişti, öylece düşünmeden uzandı yatakta. Kadın hala pür dikkat adamı izliyordu. Yaşadıklarını ve yaşayacaklarını düşündü. Elinin kesilmesi ve kesilmemiş gibi görünmesi. Ve hatta şu anda dahi normal bir görüntü sergilememesi onu korkuttu. Neden böyle durumlar içine düştüğü başlıklı konuda alt başlıkları sırasıyla incelemek istiyordu. Böyle şeylerin yaşanmasına neden izin verdiği gibi. Adam kadına doğru döndü. Sol tarafındaki görüntüyü sonsuzluğa fotoğraflamak istedi. Buğday teninin güzelliği ve parlaklığı ile yanından ayrılmak istemeyeceği kadın tam da önünde uzanıyordu. Korku dolu bakışlarına rağmen hala cazibesini kaybetmemişti. Bir kadın nasıl oluyor da böylesine donanımlı oluyordu? Diğerlerinden farklı kılan özelliklerin çokluğuna rağmen onu diğerleri ile aynı kategoriye koyma isteğine karşı gelemese de düşünmeden edemiyordu. Elinin kadının teninde gezdirmeye başladı. Kadının tekrardan irkildiğini gördü. Hatırlamadığı noktalara rağmen kadının bu kadar hazır olması onu şaşırttı.

Kadın, adamın elinin soğukluğu ile irkildi. Sanki bir ölünün dudakları geziyordu teninde. Sanki bir günahın acısını o yatakta yaşıyordu. Ne yapması gerektiğini bilmeden adama doğru yaklaştı. Bugüne özel bir şeyler katmak istiyordu. Boynuna doğru yaklaşıp kulağının altından adamı öptü. Adamın ellerine tezat bir şekilde vücudunun geri kalanı resmen yanıyordu. Bu değişik durumu ötelemesi gerekip gerekmediğini sorgulayacaktı ki adamın dudaklarını dudaklarında hissettiğinde sadece bu ana ayak uydurabildi.

Gözlerini açtığında gördüğü sadece elinden oluk oluk akan kandı.

Yağmur Hikayesi X

16 Çarşamba May 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

adam, öznur doğan, kadın, kadın ve toplum, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, oznurdogan.com, toplumda kadının yeri, yağmur, yağmur hikayesi


Bakmak, görmeye katlanabilmek için atılan ilk adımdır. Görmek ise sürekli bir çember içinde dolanan bir gerçektir. Bakmanın ya da görmenin farklı şeyler olduğunun söyleniş klişesi ağızlarda pelte olurken bakmak ve görmek aslında pratikte aynı teoride farklıdır ve fakat insanların pratik mi teori mi diye düşünecek ne zamanları vardır ne de hevesleri.

Sıradan bir günde zaten bir insan özellikle böyle bir şeyi düşünmez. Düşüneceği şey olsa olsa hangi sokaktan, nereye; saat kaçta, nasıl sorularıdır. Böylesine sorunsal ve sıradan bir gün içinde bir filozof edası ile gerçekleri düşünmek, pratik üzerinde kafa yormak, gerçeğe ulaşabilmek için hangi pratik yolunun denenmesi gerektiğini araştırmak da işte bu yüzden saçmadır. Gerçek anlamlı bir saçmalık ifadesi böyle bir durum için öylesine geçerli olabilir ki “saçma” bir motto olur çıkar fark ettirmeden.

Kadın eline baktığında sadece ince bir çizgi gördü. Kırmızı bir çizgiydi bu. Fakat sıradan bir çizgiden farklı olarak içinde minik iplikler barından bir çizgiydi. O anda tüm korkularını bertaraf etti. Etmek ile etmemek arasında bir süre kıvrandı fakat yaşanılan tutkulu dakikalar bir düşünme silsilesine yer veremeyecek kadar yoğundu. Adam, kadının gömleğini çıkardı. kadının ten renginin güzelliğini bir kez daha “gör”dü. Buğday bir tenin daha çekici gelebileceğini sanmıyordu. Kadının kızıl saçları omuzlarına dökülüyordu. Eli ile saçları sırtına doğru itti kadının. bir vücud boyunca var olan ten parlaklığından gözlerini alamıyordu. Kadın, adamın ceketini çoktan çıkarmıştı. içindeki gömleği ise çıkarmaktan yana değildi. Sanki beyaz gömleğin temizliği kadına bir rahatlık sağlıyordu.

Rahatlama duygusu her zaman insanı ziyaret eden bir duygu değildir. Hayatın sıkışıklığında bu duyguyla göz göze gelmek ve hatta uzaktan silüetini görmek dahi zordur. Çünkü kendi davranışlarımız ile kendi sonlarımızı yarattığımız gibi kendi rahatsızlıklarımızı da yaratırız. Sonra bize özel bir mekanın varlığından bahsedip de burada rahatlamaya çalışırız. Fakat böyle bir şeyin olmayacağı çok bellidir. rahatlama, tam anlamı ile iki akciğer parçasındadır. Bir nefestir aslında.

Adam, kadını sırt üstü yatağa uzandırdı ve yanına kıvrıldı. Beklenilenin aksine adamın az önce körüklenmiş bir şekilde yanan teni şu anda buz gibiydi. Kadın, bu gördüğüne şaşırmıştı. Böyle bir şeyi hayatı boyunca hiç yaşamamıştı. elini adamın göğsüne attı ve fark etmek istemeyeceği bir şeyi fark etti. Adamın göğsünde bir boşluk vardı. Bu, sanki bir yumruk boşluğuydu ve hareket ediyordu. Adamın kırılmış kaburgasının ona acı verdiği her halinden belli oluyordu. Kadın, adama zarar vermişti. Göğsündeki boşluktan kadın sorumlu değildi fakat o anda adamın donuk bir şekilde yatışından o sorumluydu. Onu kendime çekmek isterken aniden sırtından yakalamış ve göğsünün adamın göğsüne çarpmasına neden olmuştu. Ona göre güzel geçecek olan bir sahnenin başından sahneyi mahvetmiş bulunuyordu.

Acı vermek. İşte bir diğer silahımız hayattaki. İsteyerek ya da istemeyerek. Acıyı doruk noktasına ulaştırmak hatta insan olmayışın bir işaretidir. Acı çeken birisine bakıp da acı çekişinden zevk almak da en az acı çekmeye yeltenmek kadar hastalıklı bir durumdur. Hastalık, sizi esir aldığı andan itibaren bir köle gibi işkenceye bağlanırsınız. Siz ya bir işkencecisinizdir ya da işkencedeki mağdur.

Kadın, yüzünü adamın burnuna doğru götürdü. Hissedeceği sıcaklıktan emin olmak istiyordu. Bütün bu olanlardan sonra yüzünün sıcaklığı, adamın solukluğunda buluşuyordu ve fakat kadın şunu keşfetti. “Nefes alış-verişi yoktu.”

← Older posts

Abone Ol

  • Entries (RSS)
  • Comments (RSS)

Arşivler

  • Eylül 2017
  • Ağustos 2014
  • Şubat 2014
  • Kasım 2013
  • Temmuz 2013
  • Haziran 2013
  • Mayıs 2013
  • Nisan 2013
  • Mart 2013
  • Şubat 2013
  • Ocak 2013
  • Aralık 2012
  • Kasım 2012
  • Ekim 2012
  • Eylül 2012
  • Ağustos 2012
  • Temmuz 2012
  • Haziran 2012
  • Mayıs 2012
  • Nisan 2012
  • Mart 2012
  • Şubat 2012
  • Ocak 2012

Kategoriler

  • Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım
  • Filmler, sinema, film inceleme
  • Güncel, gündem, medya
  • Sanat, resim, tiyatro
  • Seyahat, mekanlar, hatıralar

Meta

  • Kayıt Ol
  • Giriş

WordPress.com ile Oluşturulan Web Sitesi.

Gizlilik ve Çerezler: Bu sitede çerez kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek bunların kullanımını kabul edersiniz.
Çerezlerin nasıl kontrol edileceği dahil, daha fazla bilgi edinmek için buraya bakın: Çerez Politikası
  • Takip Et Takip Ediliyor
    • Öznur Doğan
    • Diğer 123 takipçiye katılın
    • WordPress.com hesabınız var mı? Şimdi oturum açın.
    • Öznur Doğan
    • Özelleştir
    • Takip Et Takip Ediliyor
    • Kaydolun
    • Giriş
    • Bu içeriği rapor et
    • Siteyi Okuyucuda görüntüle
    • Abonelikleri Yönet
    • Bu şeridi gizle
 

Yorumlar Yükleniyor...