• BEN KİMİM? / NEDEN YAZIYORUM?
  • SİZDEN GELENLER
  • Copyleft

Öznur Doğan

~ La beaute est dans la rue!

Öznur Doğan

Monthly Archives: Şubat 2012

Sözler Değil, Eylem. Artık Yazmayacağım.

29 Çarşamba Şub 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 3 Yorum

Etiketler

ölüm gelecek, öznur doğan, bedrettin cömert, Cesare Pavese, italya, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, oznurdogan.com, tezer özlü, uyku hapı, yapı kredi yayınları, şiirler


diye yazıyor Cesare Pavese İtalya’daki otel odasında son cümlelerini yazarken. Hayat ona fazla geliyor artık. Nasıl desek, biraz kaçmak uzaklaşmak istiyor hayattan. Çünkü o bir şair, huzursuz hep. Tedirgin bir çocuk gibi.

Kadınları seviyor mu sevmiyor mu çok büyük muammalar var ortada. En çok onlardan yakınıyor. Bana kalırsa aslında en çok onları seviyordu ve fakat onlardan kaçmak da ayrı bir felsefeydi onun için.

Evet, kadınlardan kaçmak zordur. Çünkü bir kadın daima bilincindedir etrafında olanların. Cesare ise açık bir av, sürekli kanayan bir yara gibi. Pansuman edeceklerini söyleyenler de etmiyorlar elbette. Cesare hep daha yaralı.

Şiir yazıyor bu yüzden, uzun uzun şiirler. Anlaması zor, çevirmesi zor şiirler yazıyor. Birden fazla çevirisi olabilecek şeyleri yazıyor, tek anlamlı değil çoğul anlamlarla yazmayı seviyor. Hikayeler yazıyor, romanlar yazıyor. Aynı zamanda günlük de yazıyor. Şimdiye kadar hiçbir kere devamlı olarak günlük tutamadığımdan sebep bir kere daha seviyorum Cesare’ı.

Hayat ona ağır gelmeye başlıyor. Yaşam tat vermiyor ve o kendi hayatına kıyabilme cesaretinin herkeste olmayacağını biliyor. Yer İtalya, bir otel odası. Cesare tüm uyku haplarını içiyor. Ve sonrasında orada ölü bulunuyor.

İntihar edenlere hep farklı bir yakınlık duymuşumdur. Derin hissederim onların yokluklarını. Çünkü büyük insanlardır intihar edebilenler. En asileridir hayatın. Yaşamak sıradan bir eylemdir çünkü. Kendi hayatına kendi ellerinle son verebilmek – ki başlatan kendisi değildir – bir insanın güçlü olduğunu gösterir.

Cesare hem güçlüydü, hem de bir çocuk gibi savunmasız. Cesare şairdi biraz. Ondan sebep hep gel ve gitli. Cesare yazıyordu biraz, İtalyancayı çoğu kişi için daha cazip hale getirerek. Cesare ölüyordu biraz, Tezer Özlü ondan etkilenecekti. Cesare aklımdaydı biraz, bana tüm şiirler kitabı ile birlikte hediye edilecek kadar. Ben tarafından sevilmişti Cesare, az da değil üstelik, kalp dolusu. Kitabı daima en üstte kalacak kadar.

“Gelecek ölüm – gözleri gözlerin olacak
sabahtan akşama dek, gözünü kırpmadan,
sağırcasına, eski bir vicdan acısı gibi
saçma bir alışkanlık gibi
ardımızdan kovalayan bu ölüm
gelecek bir gün
Boş bir sözden ayrımsız olacak gözlerin
aynada kendini gördüğünden ayrımsız her sabah,
suskun bir çığlık, bir sessizlik olacak.
Ey sevgili umut, o gün biz de bileceğiz
hem yaşam hem hiçsin sen bile, ey sevgili umut!

Herkese birdir bakışı ölümün
Gelecek ölüm – gözleri gözlerin olacak
bir alışkıyı bırakırcasına
ölü bir yüzün belirdiğini görürcesine aynada
kenetli bir dudağı dinlercesine
sessizce ineceğiz o dipsiz burgaca..”

Yusuf ile Menofis

29 Çarşamba Şub 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

öznur doğan, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, mahkeme, maroia, menofis, mephistoteles, nazım hikmet, oznurdogan.com, tiyatro oyunları, yusuf ile menofis, yusuf peygamber, züleyha


Nazım Hikmet’in yazdığı tiyato oyunları okumuş olmak mıdır ayrıcalıklı olan yoksa onları gerçekten kendine çok yakın hissetmek mi? Yusuf ile Menofis beni hep arada bırakıyor.

Kitabın bazı bölümleri eksik, bazı bölümler doğrudan başka sayfalara atlıyor. Gerçek bir el yazısı eserden geçirilirken kaybolan sayfalar var ortada aslında ve fakat sayfalar doğal olarak da yoklar.

Yusuf (sözüm ona peygamber) * ile Menofis (emekçi) bir araya geliyorlar kitapta. Yusuf’un güzelliğinden tüm kadınlar ellerini doğruyorlar onu görünce. Her gün Yusuf’u ziyaret eden de çok. Yusuf bir de hapishanenin müdürü olmuş, herkesi o atıyor. Menofis baş kaldırıyor. Halkı da ayaklandırmaya karar veriyor. Menofis bu yüzden hep suçlu kalıyor.

Yusuf çıkıyor hapishaneden, tekrardan Züleyha ile karşılaşıyorlar. Züleyha aç gözlü birazcık, halktan tüm mahsulleri topluyor ve halka tarla ile toprak ile satmaya çalışıyor. Züleyha birazcık fazla firavun. Kocası da boynuzlunun önde gideni. Neyse ki din kitapları bu kadar sivri yazmıyorlar bunları.

Sonra geliyor hikaye, değişiyor. Adamlar, adamlar, adamlar. Mahmekemelerde konuşmalar, mübaşırlar, kan davası. Hem de kan davası x kan davası. Oraların en iyi demircisi kimdir? Kim demiri tavında döker de en güzel demiri yapar. Elbette benim ailem!

Mahkemeler, adamlar, mübaşırlar ve deprem. Deprem herkesi yıkar, tüm aileleri, tüm kurumları tek seviyeye getirir. Artık ne tarihin çıkıntılığı vardır mallı ve mülklünün sahip olduğu, ne de ailelerin kan davası vardır çünkü felaket insan ayırmaz. Herkesin başına gelir tek seferde ve dümdüz yapan tüm dağlıkları.

Bir oğlanın incinen derisinde bir kızın sevgisi kalır. “Annemgil bir kap çorba yapmıştı.” kalır sözlerde. Felakettir çünkü, tek seviyeye çeker. Çarşaf gibi dümdüz bir deniz bırakır.

*sözüm ona peygamber lafı kitaptaki Yusuf portresine atıftır.

Hişt Hişt Saif Faik!

28 Salı Şub 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 2 Yorum

Etiketler

öznur doğan, edebiyat, kalafat, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, martı, oznurdogan.com, sait faik abasıyanık, sema bulutsuz, semaver, sivriada, sivriada geceleri, son kuşlar, sotiri, tahir, yapı kredi yayınları


Size bir adamdan bahsedeceğim; bir deniz adamından. Bir güneş ve mehtap, yıldız ve ay, adalar ve Ege adamından bahsedeceğim. Sait Faik’ten bahsedeceğim.

İki isim o dönemler kullanılmazsa olmuyor, Abasıyanık ailesine gelen yeni bir değer Sait Faik olarak adlandırılıyor. Sene 1906 Sait doğduğunda, daha dönem Osmanlı. Büyüyor Sait, farklı ülkelerde eğitim görüyor. Yazmaktan hiç vazgeçmiyor. Diğerlerinden farklı bir hikaye tarzı var onun çünkü o durumları yazıyor.

Bir çocuğun gülümsemesi mi? Hay hay, Sait Faik yazacaktır en ufak kıpırtıdaki anlamı. Bir Semaver mi? Sait Faik etrafında dönen hikayeleri yazacaktır bu sefer de.

Sait Faik bir yazı makinesi, hikayelerini yazdıkça yazıyor. Uslanmayan bir çocuk gibi. “Yapma.” diyen de yok tabii bu çocuğa, o da fırsat biliyor bunu. Aslında iyi ki de biliyor.

Lise yıllarında “Durumhikayesiniçabuksöyleçabukzamangeçiyorsınavsorusubitiyor!!!!!!” sorularına karşılık düşüyor Sait Faik Abasıyanık. Kitaplarda birkaç hikayesi yarım yamalak veriliyor. Kimse ağız tadı ile Sait Faik okumuyor çünkü o sadece bir sınav sorusu cevabı.

Alıyorum Son Kuşlar kitabını elime, başlıyorum okumaya. Ben bir kadın tanıyorum Sait Faik’i tanıdığım gibi; Sivriada Geceleri’ni okurken ve anlatırken sesi titreyen bir kadın. Sema Bulutsuz. Leyla Erbil’den okurken de böyle titrer sesi, gözleri dolar.

Kitabı okuyorum, hikayelere dalıyorum. Hikayeleri çiziyorum aklıma, aklımda tutuyorum. Ta ki gelene kadar Sivriada Geceleri’ne. Hemen tanıyorum hikayeyi, Sema Bulutsuz okutmuştu bize  bunu. Tekrar keyif alarak okuyorum bu sefer. Ve görüyorum ne kadar usta  bir yazar ile karşı karşıyayım.

Bir martıya hikaye yazıyor Sait faik, bir Sivriada gecesinde. Bir martı ölüyor bu hikayede, birkaç adam görüyor bunu. İkisi balıkçı ve birisi Faik. Şöyle anlatıyor Abasıyanık bu görüntüyü;

“Sotiri ile Kalafat, çalı çırpı aramaya gittiler. Ben kıyıda beyaz çakıllara oturdum. Üç adım ötede, akşamın şimdi güvermiş renklerine doğru kırmızı bacaklarını sallayan bir martıya daldım.

Martı arka üstü yatmıştı. Kırmızı ördek ayakları ara sıra havayı dövüyordu. Ne oluyor, diye martıya doğru gittim. Hayvanın gözleri açıktı. Güzel kafası da ara sıra sallanıyordu.

Sotiri, sırtında kıyıya düşmüş boş bir portakal sandığı ile tepemde gözüküverdi.

-Ne oluyor bu martıya, Sotiri? dedim.

-Ölüyor be! dedi, ne olacak?

-Sahi ölüyor mu?

-Yok, yalandan. Ölüyor işte…

…

Onlar ateşi yakıp topladıkları midyeleri bir teneke üstünde pişirirken ben hala martının yanı başındaydım. Kalafat:

-Ne oluyorsun be? dedi. Şair misin, ne boksun?

-Martı öldü de… dedim.

-Martı da ölür, dedi. İnsan ölmüyor mu?

Dünyanın yaratılışındaydık şimdi, insanın ilk zamanlarını yaşıyorduk. Onlar avlıyorlardı, ateş yakıyorlardı. Ben martıya ait bir mersiye yazmış ateşin karşısında okumak üzereydim.

…

Kalafat:

-Ee, dedi, anlat bakalım şu martının ölümünü…

-Martı, dedim, üç adım ötemdeydi. Güneş yeni batmıştı. Doğudan bir mavi karanlık ağır ağır kayalara, çakıllara, çakıllardan vücuduma sinmeye başlamıştı.

Kalafat’la Sotiri birbirlerine bakakaldılar.

-Ee, sonra? dediler.

Kalafat’a baktım. Gözlerini kapamıştı.

-Dinliyor musun Kalafat? dedim.

Cevap vermedi. Sotiri ondan tarafa döndü. Dikkatle baktı.

-Uyudu, dedi, bana anlat.

-Ölen martıyı tanıyordum, dedim. Hani iki hafta önce ölen Tahir’in martısıydı. Başka türlü bir martıydı o. Ötekiler gibi bağırmazdı. Bir kayanın tepesine çıkar, oradan Tahir’in sandalını gözlerdi. Uçardı doğru Tahir’in sandalına. Surattan da anlardı kerata. Tahir somurtkan adamdı. Pek keyifsizse yanına sokumazdı. Uzaktan gözlerdi. Pek keyifliyse gelir, sandalın kıçına otururdu. Yemlerin kafasını, kılçıklarını, bekçi balıklarını, ince izmaritlerini Tahir fırlatır ona atardı. Ara sıra konuşurlardı da. Ne Tahir onsuz, ne o Tahir’siz yaşayabilirdi. Üç gün sır sırta rüzgar esse, Tahir de balığa çıkmasa, martı tenezzül edip de çöp mavnalarına doğru kanat çırpmazdı. Tembel miydi, şair miydi bilmem ki?…”

İşte böyle bir adam Sait Faik. Bir martı üzerine bir hikaye yazabiliyor ve bam teline dokunabiliyor adamın. Hiç beklenmeyen masallar anlatıp inandırabiliyor bizleri.

Şair midir, ne boktur bilmem ama Sait Faik Abasıyanık kalbimdir.

Belkıs, Cevat ve Ne İdüğü Belirsizler

28 Salı Şub 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

öznur doğan, balo sokak, defamiliarization, formalist, küçük beyoğlu, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, laurence sterne, maroia, orçun türkay, oznurdogan.com, russian formalism, taksim, tristram shandy


Kitapları severim. İnce kitapları severim. Kalın kitap büyük puntoyu severim. Kalın kitap karınca punto kitabı sevmem. İnce kitap karınca puntoyu sinsi bulurum.

Orçun Türkay ise farklı bir şekilde yazıyor hikayelerini bu sefer. Her hikaye için önce bir resim çiziyor – açık konuşalım çizimler acemice Orçun – ve sonra bu resimlere dair hikayeler oluşturuyor.

Resim çizmek zor iş, şimdiye kadar eminim pek çoğumuz çöp adam çizdik. Ve bunla da gururlandık bazen. Zaten resim yeteneği özel kişilere verilmiştir, dedik ve işten kurtulduk. Peki resim ile yazıyı birleştirmek? Normal bir resime hikayeler düzmek ve onları paylaşmak.

Orçun Türkay tam da bunu yapıyor bu sefer. Bir masada oturan iki adamı resmediyor, birisinin arkası dönük diğeri ise kızgın kızgın Orçun’a bakıyor. Orçun bunları çiziyor ve bu iki adama dair hemen bir hikaye yazıyor. Hikayeler, hikayeleri kovalıyor. Resimler yazılara dönüşüyor. Resim ve yazının ana malzemesi kalem ve kağıt zaten. Bir sorun yaşamıyor Türkay bu değiş tokuş sırasında. Hatta bildiği bir bölgeye girmiş olmanın rahatlığı bile vardır üzerinde, resim zordur çünkü evet. Kabul edelim.

Farklı bir tarzda yazıyor bir de Orçun Türkay. Bıçkın delikanlı ağızlarını severim ben. Hatta kaypak insanları da severim. Kaypaklığın yakıştığı insanlar gerçekten vardır. * Orçun da biraz bıçkın biraz kirli bir ağızla yazıyor. Yazılar Taksim’den çıkıyor, Küçük Beyoğlu’na yakıncacık Balo Sokak’ta nefes alan kısımları da var kelimelerinin.

Bu yüzden de sıradan bir dil olmuyor yazdığı, kendisine gönderme yapıyor bazen de. Evet, yazı bir anda duruyor ve siz onun bir hikaye olduğu gerçeğine yaklaşıyorsunuz. Biz buna “defamiliarization” yabancılaştırma diyoruz Rus yapısalcıları olarak. İçimdeki formaliste dur diyemem bazı bazı. Laurence Sterne olasım gelir.

Gariban Leylekler Evi

27 Pazartesi Şub 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

ahmet haşim, öznur doğan, bursa, edebiyat, gariban leylekler evi, gurebahane-i laklakan, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, leylek, lise, maroia, oznurdogan.com, yapı kredi yayınları


Şimdi size hepinizin mutlaka duyduğu ama pek çok kişinin okumadığı, aslında kendi alanında oldukça öncü bir kitaptan bahsedeceğim.

Lise yıllarında ismi için herkesin söyleyecek bir lafı vardır, kimisine çok uzun gelir kimisi için tam bir sınav sorusudur. Hocalar da genelde Ahmet Haşim’in bu eserinden bahsetmekten vazgeçmezler çünkü zaten oldukça güzel bir eserdir. En azından onlar okumuşlardır ve önerirler.

Ama öğrenci milleti okumamakta direnir. Bir kere ismi komiktir arkadaş, öyle isim mi olur? İster Osmanlıca ister Urduca olsun, o isim komiktir. Söylenmez ve bu yüzden de gittikçe eğlenceli hale gelir. Ama aslında kitap bir eğlence üzerine yazılmamıştır.

Bahsedilen kitap başlıktan da anlaşılacağı üzere -gerçekten çok anlaşılır!- Gurebâhâne-i Laklakan’dır. Artık hepimiz evlere dağılabiliriz.

Ahmet Haşim’i daha önce özel olarak okuma fırsatı bulmamış birisi olarak aslında bu kitaptan başlamak bana acayip gelmişti. Evet ben de bol bol bu ismi söylemiş, bir şeye benzetememiş ve “Hadi canım sende.” tarzında cümleler söylemiştim.

Ama öyle değilmiş.

Anlaşılıyor ki Ahmet Haşim zamanının ötesinde bir adam, anlaşılıyor ki anlattığı şeyler ile edebiyata neredeyse farklı bir boyut getiren adam. Bir binanın yapısını bir leyleğe sormayı akıl edebilecek kadar da zeki ve aslında düşünceli. Bunu nezaket için yapıyor demiyorum ve bunu bir nezaket örneği olarak ödüllendirmiyorum.

Ben bu noktadaki örneğe, tamamen farklı bir şekilde ortaya sunulmuş bakış açısı olarak bakıyorum ve bunu onurlandırıyorum.

İçindeki her hikayenin birbirinden ayrı ve farklı bir noktaya dokunuşunu onurlandırıyorum. Ahmet Haşim’in varlığını onurlandırıyorum.

Şimdi yapmanız gereken şey o ince kitabı satın almak, ya da olanlardan istemek. Tüm ön yargılarınızdan, çocukça eğlencelerinizden uzaklaşmak ve Haşim’in engin dünyasına dalmak.

Ve pişman olmamak.

Mavi Saçlı Anne / Kızıl Saçlı Kızı

25 Cumartesi Şub 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 2 Yorum

Etiketler

öznur doğan, burçak çerezcioğlu, kanser, kemoterapi, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, kızıl saç, maroia, mavi saçlı kız, oznurdogan.com, yapı kredi yayınları


10. sınıfta bölümlerimizi seçtikten sonra ortaya çıkan tablo Edebiyat ve Dil Anlatım derslerinin neredeyse İngilizce’yle yarışacak çoğunluğu. Fakat bize koymuyor. Yeni bir öğretmen gelmiş can mı can, canan mı canan. Sadece bilmiyor, öğretiyor da. Düşünmüyor, söyleyebiliyor bir de. Genelde müdürler ile arası açık, en çok bizim sınıfı seviyor, bizde dinleniyor. Her tarakta bezi var, buna siyaset de dahil. *

Hepimize kitaplar öneriyor, kendi evine davet ediyor ve kitaplığını açıyor. Ben de o sırada Mavi Saçlı Kız’ı satın almışım, okuyorum. Bu kitabı alış öykümü sanırım hiç hatırlayamayacağım. Çünkü daha sağlam hatıralar var kafamda alınışından çok.

Kitabı okuyorum, kah ağlıyorum kah gülüyorum. Serde biraz ergenlik var, ama herkes “Sen normal bir çocuk değilsin yani daha büyük düşünüyorsun.” diyor, bendeki gaz öyle ki konuşsam dünyaları yıkıyorum, her şeyi ben biliyorum.

Edebiyat derslerimizden birisinde -yine nasıl buraya geldik bilmeden- konu Burçak Çerezcioğlu’na geliyor, Mavi Saçlı Kız kitabını eleştirmeye başlıyoruz. Sınıfta herkesin farklı bir fikri var, susanlar var konuşmak isteyenler var. Ben her seferinde olduğu gibi çal çene çok bilmiş ona buna laf yetiştiriyorum.

Kimisi Burçak için çok üzüldüğünü söylüyor, löseminin ne demek olduğunu iyi anladıklarını, kanserin ne kadar hayat yıkıcı bir şey olduğunu söylüyorlar. Benim yaram birazcık sızılı, ben de öyle düşünenlerdenim. Bir grup da var ki “O yaşta kızı nasıl Amarıgalara salıyorlar?? Öyle iş mi olur? Ne gadar aşüfte bir hayat sürüyor.” diye laf atıyor, benim nutkum sabitleniyor. – tutulmak geçici sürelik çünkü.-

Cümleler bu şive minvalinde olmasa da ve hatta tam da bu şekilde olmasa da bunlara yakın şeyler, ben şaşırma katsayımla uğraşıyorum çünkü benim annem de Mavi Saçlı’ydı. Ben daha henüz saçımı kızıla boyatabilmiş değildim ama kızıl olacaktım ben de.

Ortaokuldayken anneme kanser teşhisi konuluyor, hemen ameliyata alınıyor ve başarılı bir ameliyat sonucu kanserli hücreler alınıyor fakat Burçak’ın geçirdiği sancılı kemoterapi evresi bizim de kapımızda. Annemin saçları dökülüyor, Yunanistan’daki dayıma haber veriliyor; Öznur’u alın, annesini böyle görmesin.

Dayım arada kalan bir düşünceyle -bunun hala iyi mi kötü mü olduğunu seçemiyorum ama iyidir sanırım- Öznur orada kalsın, “Bir şey olursa annesinin yanında olsun.” diyor. Bir şey annemin ölebilme ihtimali, ama beni yine de Yunanistan’a yolluyorlar.

Annemin kemoterapi süreci geçiyor. Üzerinden aylar ve seneler de geçiyor. Annem sapasağlam yanımda, fakat geçirdiği dönem çok ağır. Ben daha küçüğüm, tam bir baston değilim yani.

Burçak’ı okuyunca ben en çok annemi buluyorum kitapta. Annem saçını hiç maviye boyamadı ama ben hep saçımı kırmızılara boyadım sonrasında. O yüzden de sızladı hep içim “Neden bu kadar ilgi gösteriliyor lösemili Burçak’a?” sorularına karşı.

Burçak daha gencecikti, yapacak çok şeyi vardı. Bir genç kızın gözleri kapandı.

Burçak kemoterapi gördü, aynaya bakacak çok zamanı vardı. Onun saçları döküldü.

Annem uzunca yıllar yaşamıştı, ama iki çocuğu vardı. Gözlerini kapamadığı her an için dua ettim.

Kanser acımasız bir seri katildi, elinden kurtulanlar ile kurtulamayanlar arasında ‘bir nefes’ farkı vardı, annem nefes aldı.

Teşekkürler tanrım, teşekkürler mavi saçlı annem. Saçlarımı yeniden kızıl yapacağım…

*Seval Canpolat, bahsi geçen öğretmenim.

Düş’e Düşüş // Düşten Dönüş

24 Cuma Şub 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 1 Yorum

Etiketler

albert camus, öteki, öznur doğan, düşüş, freud, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, oznurdogan.com, yansıtma


Monolog bazen konuşma bazen ise kendini anlatma sanatıdır. Albert Camus Düşüş’te bir adamın düşüşüne tanık ediyor bizi.

Clemence kendisini anlatmaya başlıyor barda tanıştığı bir adama. O anlattıkça siz onu daha da mükemmel görüyorsunuz. Gerçek bir erdem yuvası olduğunu düşünüyorsunuz fakat bir yandan aklınızı kurcalayan gerçekler var. Örneğin kişinin kendisini anlatması samimiyetten uzak geliyor bir anda. Kendinizi yabancı hissediyorsunuz; fakat bu yabancılık Camus’nün Yabancı’sındaki gibi bir yabancılık değil. Sizi rahatsız eden bir şeyler var. Dürtüyor sizi, uyandırmaya çalışıyor.

Bu yüzden hikayenin serim bölümünde hafif bir uyanışla birlikte genel bir açıklama sizi bekliyor. Kimdir bu Clemence, necidir? Ne yer, ne içer? Kimlerle görüşür, kimleri evine davet eder?

Düğüm olarak adlandırabileceğimiz bir bölüm Düşüş’te Clemence’in kendi çıkmaz sokaklarına doğru ilerleyişi ve orada kendisini kaybedişi oluyor. Sadece kendini anlatmakla kalmıyor Clemence, aynı zamanda günah da çıkarıyor ve kendini keşfetmeye de başlıyor. Bu keşif onun için acılı bir hal alsa da keşfinden vazgeçmiyor. Hikayesini bitirmesi gerektiğini biliyor.

Çözüm demek isteyebileceğimiz yer ise Clemence’in kendini kabullendiği, artık tamamiyle kendisini tanıdığı ve kendi benliğinden uzaklaştığı noktadır.

Clemence şimdiye kadar gördüğümüz bildiğimiz insanlara pek benzemeyen bir karakter. Etrafımızda her yaptığı işten nemalanmaya çalışan pek çok insan var fakat Clemence’in Düşüş’üne çoğu sahip olmuyor. Yani pek çoğu için bir dönüş noktası yok, onlar hayatlarına kaldığı yerden devam ediyor. Aslında bu yaşadıklarının bir hayat olduğunu söylemek zor.

Clemence tamamen saygı görmek ve sevilmek için yaşıyor. En çok istediği şey egosunun tatmin edilmesi, aynı zamanda kendisini göstererek isteklerinin yapılması, kayırılması ve diğer bize göre ahlaksızlıkların gerçekleştirilmesi, örneğin kadınlar ile istediği zaman birlikte olabilmek, onlar için unutulmaz olmak ve istediği zaman erişebilmek. Fakat aslında düğüm burada değil.

Düğüm, Clemence’in bize çok benziyor oluşu. Clemence’in aslında hepimizin bir toplamı oluşu. Dönüp de “Yuh, bu kadar da olunmaz.” dediklerimiz aslında biziz. Clemence’in henüz evrilmemiş haliyiz. Saygı görmek için kendimize ünvanlar verip kendimizi zengin göstermeye çalışmamız, nesneleri kendimize mâl etmemiz, mesleklerimiz ile daha önce olabileceğimizi düşünmemiz, olmadığımız şeyleri göstermeye çalışırken onlara dönüşmemiz işte tam da Camus’nün anlatmak istediği şey.

Bizim sahip olduğumuz tüm negatif yönler Clemence’e yansımış durumda. Freud tarafından ‘yansıtma’ olarak adlandırılan gerçeklik ile karşı karşıya kalıyoruz. Biz her şeyi Clemence’te görüp kendimizi bir kenara çekebiliyoruz. İşte bu noktada Clemence bizim için ‘öteki’ olup çıkıveriyor.

Keşke gerçeklerden kaçmak bu kadar kolay olabilseydi ve biz de Clemence’in geçirebildiği dönüşümü “düşüş” olarak da olsa yaşayabilseydik.

Parfümün Dansı / Pan’ın Flütü

24 Cuma Şub 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

ayrıntı yayınları, öznur doğan, keşiş, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, kudra, maroia, oznurdogan.com, pagan, pan, pancar, parfüm, parfümün dansı, rahip, tanrı, tom robbins, yunanistan


Hayatımda bana kitap hediye edenler oldukça ben de ölümsüzlüğümü ilan edeceğim.

Şimdiye kadar sahip olduğum değerli kitaplar ve onlara değer veren insanları düşününce, kitap hediye eden herkese karşı hissettiğim minnet duygusu artıyor. Ben minnet duymayı severim, minnet duyarım ve bir şeyler yapmaya çabalarım onlar için. Çabaladıkça mutlu olurum, mutlu oldukça minnet duyduğum için daha mutlu olurum. Böylesi bir döngü içinde bana kitap hediye edenin 40 yıl kölesi olurum.

Tom Robbins ile daha önce kişisel bir karşılaşmam yok fakat bir iki defa adını duymuş durumdayım ve bir de son çıkan kitabını duyuyorum; Parfümün Dansı. Koku algısı yüksek biri olarak ilgimi çekiyor ama ne zaman kitapevine gitsem en önde duruyor kitaplar, uyuz oluyorum; almıyorum.

Bir edebiyat hocam çıkıyor sonra bana bu kitabı Fıccın’da hediye ediyor. Çünkü bu kitabın hayatında büyük bir yer ettiğine karar veriyor. Hatta Pan dövmesi yaptırıyor sırtına. (Bu bilgiyi vermesem de olurdu ama.)

Kitabı okumaya başlıyorum, karınca duası punto. En az Ferhan Şensoy kadar sevmediğim cinsten. İlk dört bölüm harika gidiyor, diyorum bu kitap coşar gider. Ama coşmuyor. Bir dönem çantamda duruyor, okunmayı bekliyor. Arada bir göz süzüyor, pas vermiyorum; naz yapınca daha kıymetli oluyorum eşşoğlusunun gözünde, zırt pırt gözümün içinde.

Sonra alıyorum kitabı elime ve bir serüvene dalıyorum. Keşişlerin arasından perilere, kamasutradan parfüme, Fransa’dan İngiltere’ye krallıklardan köleliğe kadar her şeyi yaşıyorum, her şeyi görüyorum. Sonra karar veriyorum; eşimle böyle bir hayat yaşamalıyım!

Sonra anlıyorum ki, ben de sıkılırım ve uçup gitmek isterim; ölümü deneyimlemek isterim. Kudra gibi bir hayat sürdükten sonra vazgeçebilirim. Cesurumdur deliyimdir biraz.

Hikayeleri gerçek sanma yanılgısına yeniden düşüyorum, yeniden saçmasapan hayaller kuruyorum. Ama hayal bedava, okumanın zevki paha biçilemez.

Kitapta en çok Pan’e takılıyorum, en çok onu seviyorum ve en çok onun için düşünüyorum. Çok tanrılı dinlerin yok oluşunun, son inanan kişiye kadar tanrıların direnişinin asaletini görüyorum. Pan ölmesin istiyorum, pis kokusu ile geçsin gitsin ama tüm perilere yetsin istiyorum. İki keçi ayağı üzerinde yürürken yorulmasın ve gittikçe soluklaşmasın istiyorum.

Ben Pan’e inanıyorum, Dünya’da Pan’e inanan son kişi olarak kalsam da ona inanmaya devam edeceğimi biliyorum. Çünkü o Apollon’a baş kaldıracak ve onla yarışacak kadar asi, Midas’a eşek kulaklarına mâl olarak kadar pahalı, nymphlere rehavet verecek kadar bereketli ve bana tanrı olacak kadar gizemli.

Ben Pan’e inanıyorum ve son sayfasını kapıyorum kitabın, Olympos’ta yol alıyoruz hiç tanrılı Pan’le.

Lady Chatterley’in Sevgilisi / Yıllar Sonra

22 Çarşamba Şub 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

2007, antisourtimes, öznur doğan, classisism, d.h.lawrence, kitap, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, klasisizm, lady chatterley'in sevgilisi, maroia, oznurdogan.com, romantism, romantizm, yapı kredi yayınları


Sene 2007, henüz daha yeni yeni kendimi kitaplara kaptırıyorum. Önüme gelen her kitaba büyük bir iştahla sarılıyorum. Önerilen her kitabı kendim okumuş gibi ahkam kesip ona buna satıyorum. Serde birazcık da üçkağıtçılık var. Kitap okumak benim için bir meziyet.

Bir arkadaşım adı Deniz, diyor ki bana Lady Chatterley’in Sevgilisi. Mutlaka okumalısın. Tamam diyorum ama kitap 20 lira. O zamanda o parayı bir kitaba vermek o mantıkla çok geliyor. Allem ediyorum kallem ediyorum, arkadaşım satın alıyor bana kitabı.

Gerçek bir aşk hikayesi ile karşılaşmış oluyorum sonra. Tek solukta bitirebileceğim aşk romanlarının varlığını öğreniyorum. Bugünkü sallamasyon popilist amaçlarla yazılmış bir aşk hikayesi değil, kapağında abidik gubidik şeyler olan. Lady Chatterley’nin ince beli ve nazik eli var kapakta. Başka da bir şeye gerek yok aslında.

Sonra oturup daha şekillenmemiş edebiyat bilgim ve yorum mantığımla şunu yazıyorum kitap için o zamanlar girmekten vazgeçmediğim antisourtimes’a;

“D.H.Lawrence’ın yazmış olduğu, okumaya başladığınızda XVII. yüzyılda yazılmış, romantizm ve klasisizm akımları arasında sıkışıp kalmış olarak nitelendirebileceğiniz, sıradan bir aşk hikayesi olarak görülen, sonuna kadar bir lady’nin bir koru bekçisi ile olan kaçak aşkını anlatan fakat vurucu darbeyi son sayfada yapan romandır.
Koru bekçisinden lady’e yazılan bir mektup vardır ki, sizi ağlatmak bir yana dursun, bütün duygularınızı allak bullak eder. bir kadına söyleyenebilecek en güzel söz demeti bu paragrafta toplanmıştır. Yky yayınlarından çıkmış olan kitabın fiyatı 20 liradır, bu para bu romana verilmeye değerdir.”

Nasıl oluyor da o romantizm ve klasisizm açıklaması doğru bir şekilde yapıyorum bilmiyorum. Gerçekten bu iki arasında sıkışıp kalmış ama bu mengene arasından doğabilecek en güzel kitaplardan birisi olarak ortaya çıkan bu kitaba gerektiği övgüyü daha o zamanlar vermiş oluyorum.

O bahsettiğim son sayfa ise şöyle oluyor;

“Bu kuru söz kalabalığı, sana dokunamadığım için. Seni kollarıma alıp uyuyabilseydim, bunca mürekkep şişede de durabilirdi. Birlikteyken gene erdemli kalabilirdik. Ama bir süre ayrı olmamız gerekiyor, gerçekte böylesi de daha iyi. Ah, kesinlike güvenebilsek geleceğe… Ama benliklerimizin büyük kesimi bir arada, bir süre bekleyerek, en kısa bir zamanda buluşmak üzere birbirimize doğru yol alıyoruz. John Thomas, Lady Jane’e iyi geceler diler, biraz boynu bükük ama gönlü umut dolu.”

Ben şimdiye kadar bu paragraftan sonra bir açıklama hiç ihtiyaç duymadım. Bu kitabı açıklayan en önemli parça buydu hep. Ne bir kelime eklenebilecek ne de çıkarılacak.

Lawrence, cansın.

“Nietzsche Ağladığında” Ben Karıştım

22 Çarşamba Şub 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

ayrıntı yayınları, öznur doğan, breuer, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, nietzsche, nietzsche ağladığında, oznurdogan.com, sigmund freud, when nietzsche wept


Nietzsche Ağladığında’ya başlamak için uzun zaman beklemiştim. Bir türlü kitabı okuma sırası bana gelmiyor. Kitap benim olmayınca “Hadi verin.” de diyemiyordum tabii. Hal böyle olunca bir arzu bir fetiş ürününe döndü dönecekti kitap bende. Tam da o sıralar elime geçti ve ben okumaya başladım.

Tamamen hayal ürünü olmaması, bazı gerçeklere dayanması ile birlikte hem gerçekten çok sürükleyici hem de kurgu olan kısımları ile oldukça birbirine bağlıydı. Yani gerçek hayatta arkadaş olan Sigmund Freud ve Dr. Breuer’in en sadık hastası Nietzsche’ydi ve onlar birlikte birbirlerini inceliyorlardı.

Kitab boyunca Nietzsche’ye bir sempati duyuyordum, bir sinirleniyordum. Bazen onu haklı buluyor, aşk ve hayat için söylediği her şeye katılıyor, hak veriyordum. Bazen de “Ne alakası var.” dediğim bir hale bürünüyor, sanki onlarla birlikte oturuyormuşum da fikrimi sormuşlar gibi hissediyorum.

İşler sarpa sarmaya başladı kitabın sonuna doğru. Aklım bunun bir kurgu oluşunu kabul etmiyordu, içim içime sığmıyordu. Bir kadının bir adamın hayatına etkisini görebiliyordum, olaya müdahele etmek istiyordum. Yalom’a selam ediyordum, bazen de küfrediyordum çünkü beni böylesine inandırmaya hakkı yoktu.

Ayrıntı yayınlarından çıkıp da saçma olan bir kitaba rastlamadım şimdi. Yalom’un da saçma kitabına rastlamadım zaten. Mesela Nietzche Ağladığında’yı beğenenler Aşkın Celladı’nı okuduklarında da beğeneceklerdir ondan.

Aklımı karıştırıp beni yaşadığım ve bildiklerime yabancılaştıran her romanı, her hikayeyi daha doğrusu her yazıyı ve görseli onurlandırmak geri kalmak istemiyorum.

Nietzsche Ağladığında popülarizmin etkisi altına girmeden -ucun biraz giriyor bazen ama- kendi ağırlığı ile kitaplıklarda duruyor. Ben kitabı o kadar çok sahiplenmişim ki, benim olmayan o kitap için “Kitabım nerede? Kim aldı bu kitaplıktan ya? Bir kere de aldıklarını yerine koysunlar. Birine mi verdim acaba? Keşke kaydetseydim kime verdiğimi. Kime verdim ben bunu ya?” diye dolandım ortada. Fakat sonra hatırladım.

Kitap benim değildi.

90’lar Kitabı Çocuk mu Genç mi Yaşlı mı Portakalda Vitamin mi?

20 Pazartesi Şub 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 1 Yorum

Etiketler

90'lar, 90'lar kitabı, öznur doğan, barış manço, D&R, harun kolçak, kadir aydemir, kadıköy, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maroia, mephisto, oznurdogan.com, sanal bebek, troll bebek, uğur mumcu, yitik ülke yayınları


90’lar Kitabı 2012 yılında “En Çok Satan Kitaplar” arasında kendisine yer etti, bu sene boyunca da oradan inmeye niyeti yok gibi görünüyor.

Bu kitabın basımdan sonra dağıtımını şafak sayar gibi saydı Kadir Aydemir, doğal olarak biz de saymış olduk. Dünya Savaşı potansiyelimiz çok yüksek, miş olma’lar tam bize göre.

Kitabı büyük bir heyecanla almak istiyordum. D&R’a gittim, indirimli değil. Mephisto’ya gittim, indirimli değil. Allah allah dedim, İnsan Kitap’a gittim, orası günahını indirmez zaten. Darıldım biraz, ilk bir hafta öğrencilere indirim olacak gibi bir durumdan söz edilmişti çünkü.

Neyse dedim ilk gün almak zorunda değilim ya sonra alırım, netten sipariş ederim indirimli alırım. Bir baktım sevdicek alıvermiş çoktan benim için. En çok sayıkladığım şeye sahip oluvermişim. Ben sahip olunca o da bana sahip oldu Dünya Savaşı potansiyeli ile.

O an okuduğum kitabın pabucunu hemen dama attım başladım okumaya.

Kitabın bir bölümü bana bilmediklerimi öğretti; kaçırdığım şarkılar, filmler ve diğerleri.

Bir bölümü bildiklerimi hatırlattı; sokak oyunları, gazete kuponları, sanal bebekler.

Bir bölümü unutmak istediklerimi; Uğur Mumcu suikasti, Barış Manço’nun vefaati, Madımak Oteli’nin yakılışı.

Şimdi kitaba şöyle bir bakıyorum da karar veremiyorum. 91 doğumlu olarak 90’larda çocuktum, ama kendimi genç hissediyordum. Yaşlı olabilirliğim vardı babaannemle bir dönem yaşadığım için bir de portakalda vitamin olma ihtimalim de yüksek keza hiç alakasız olduğum pek çok konu var.

90’lar Kitabı bir rüzgar gibi geçti ama bence 90’ların etkisi geçmedi. Peki ya 2000’den 2012’ye kadar geçen zamanın rüzgardan farksız olduğunu söyleyebilecek var mı?

Blazer Ceketli Madonna

19 Pazar Şub 2012

Posted by Öznur Doğan in Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım

≈ 5 Yorum

Etiketler

almanya, aşk, öznur doğan, erkek, hikaye, kadın, kürk mantolu madonna, kitap incelemesi, kitap tanıtımı, maria, maroia, oznurdogan.com, raif, sabahattin ali


Edebiyatta popülaritenin çok fazla karşısında durmam. Genel itibari ile fikrim “Ne olursa olsun, o kitaplar okunsun.”dur. Fakat dönemimizin popülarite anlayışı okuyup anlamak gibi bir çerçevede değil, “okumadan yorumlamak” minvalinde gelişiyor.

Böyle hiddetli bir giriş yapıyor olmamın nedeni Sabahattin Ali’nin hak ettiği değeri geç görüyor oluşu değil, görgüsüzlüğün görüşüne kavuşmasına az kalıyor oluşu.

En çok satanlar arasına giren Kuyucaklı Yusuf, Kürk Mantolu Madonna ve Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam kitaplarına baktıkça hem üzülüyorum, hem seviniyorum, hem hırslanıyorum hem de gururlanıyorum. Bu kitaplar beni son bir senedir mahvediyor.

Kürk Mantolu Madonna son zamanlarda yeni yazılmış ve piyasaya bir “aşk” kitabı olarak çıksaymış ismi başlıktaki gibi olabilirmiş. Nasıl olsa bir popülerlik payı da buradan çıkarmış, blazer ceket giyen kadınlar kendilerini “Madonna”mızın yerine koyabilirmiş.

Her şeyden uzaklaşıp Ali’nin o naif üslubu,  geniş anlatımı, insanı umutlandırıp umutsuzluğa atan ters köşe tarafı kitabı bambaşka kılıyor.

Kürk Mantolu Madonna  bize aşkın evrenselliğini öğretiyor önce. Sonra aşk fikrinin aşık olunanın önüne geçebileceğini. Bir kadın için bir adamın gösterebileceği fedakarlıklardan, bir kadının bir adam uğruna her şeyini verebileceğine kadar özverinin her noktasını gözler önüne seriyor.

Raif bir tarafta, Maria bir tarafta, aşkları ve imkansızlıkları bir tarafta.

Sosyal baskı, içsel baskı ve aşkın baskısı bambaşka taraflarda.

Gidenler ve bekleyenler, bekletenler ve beklemekten usanmayanların olduğu bir “insan” hikayesi Kürk Mantolu Madonna. Sadece bir aşkı anlatmıyor çünkü. İnsanı anlatıyor, platonikçesine aşık olabilen, eşi için her şeyi göze alabilen, mesafelerin varlığında yorulan veya yorulmayan insanların hikayesi çünkü.

Çünkü biz kadınlar en çok Maria gibi arzulanmak istedik ve fakat çoğunda onun kadar sadık ve özverili olamadık.

Çünkü biz erkekler en çok Raif gibi aşık olabilmek istedik ve fakat çoğunda onun kadar güçlü ve bağlı kalamadık.

← Older posts

Abone Ol

  • Entries (RSS)
  • Comments (RSS)

Arşivler

  • Eylül 2017
  • Ağustos 2014
  • Şubat 2014
  • Kasım 2013
  • Temmuz 2013
  • Haziran 2013
  • Mayıs 2013
  • Nisan 2013
  • Mart 2013
  • Şubat 2013
  • Ocak 2013
  • Aralık 2012
  • Kasım 2012
  • Ekim 2012
  • Eylül 2012
  • Ağustos 2012
  • Temmuz 2012
  • Haziran 2012
  • Mayıs 2012
  • Nisan 2012
  • Mart 2012
  • Şubat 2012
  • Ocak 2012

Kategoriler

  • Edebiyat, kitap inceleme, kitap tanıtım
  • Filmler, sinema, film inceleme
  • Güncel, gündem, medya
  • Sanat, resim, tiyatro
  • Seyahat, mekanlar, hatıralar

Meta

  • Kayıt Ol
  • Giriş

WordPress.com ile Oluşturulan Web Sitesi.

Gizlilik ve Çerezler: Bu sitede çerez kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek bunların kullanımını kabul edersiniz.
Çerezlerin nasıl kontrol edileceği dahil, daha fazla bilgi edinmek için buraya bakın: Çerez Politikası
  • Takip Et Takip Ediliyor
    • Öznur Doğan
    • Diğer 123 takipçiye katılın
    • WordPress.com hesabınız var mı? Şimdi oturum açın.
    • Öznur Doğan
    • Özelleştir
    • Takip Et Takip Ediliyor
    • Kaydolun
    • Giriş
    • Bu içeriği rapor et
    • Siteyi Okuyucuda görüntüle
    • Abonelikleri Yönet
    • Bu şeridi gizle
 

Yorumlar Yükleniyor...